Hani evvelemirde iki gönül bir olunca samanlık seyran olduğunda, mahallenin namusunu korumak adına, imam, muhtar, bekçi önde, meraklı mahalleli arkada ev bastıklarında, nasıl o günün âşıkları don, gömlek kaçarken, herkes de yuh çekip kovalarken, ortaya çıkan manzaranın aynısıdır bugün görsel ya da yazılı basında görüp, izlediklerimiz… İnternet ortamına düşen video görüntülerini ise saymıyorum.
Eskilerin nasihat olarak, sakınarak söyledikleri;
-“ Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya varır ya da zurnacıya”
Atasözü zamanelerin kıymet-i harbi sözü oldu.
Burhan Öcal’ın darbukasını ya da Hüsnü Şenlendiricinin zurnasını duyan kızlarımız derin dekolteleri üzerine saldıkları saçlarını savura savura Aczimendiler gibi vecd içinde sallanmaya başlıyorlar.
Kimin haddine düşmüş tenkit etmek? Tenkit eden kınanıyor! Devir değişmiş, her şey başkalaşmış. Eskiden yaşanan aşkların dedikoduları Topkapı surlarının dışına dahi çıkamazken şimdi bir tuşa dokunma ile Türkiye’nin her yerinden dinleniyor. Tabii bu arada aşklar da değişmiş. Mevsimlik olsa yüreğim yanmaz. Günlük aşklar yaşanırken, kimin kiminle de yaşadığını nasıl takip eder de, yakalar magazin basını halen anlayabilmiş değilim. Adımızın başında gazeteci-yazar unvanı var diye çok özel, kişiye mahsus görüntüler de bu arada bizlere de yollanır olmuş. Bir iğrençliktir, bir çirkefliktir almış başını gidiyor.
Bütün bu çirkinliklere hile ile bizi de ortak ederlerken aslında “eskinin baskınlarıdır” günümüzde ki bu görüntüler…
Hani evvelemirde iki gönül bir olunca samanlık seyran olduğunda, mahallenin namusunu korumak adına, imam, muhtar, bekçi önde, meraklı mahalleli arkada ev bastıklarında, nasıl o günün âşıkları don, gömlek kaçarken, herkes de yuh çekip kovalarken, ortaya çıkan manzaranın aynısıdır bugün görsel ya da yazılı basında görüp, izlediklerimiz… İnternet ortamına düşen video görüntülerini ise saymıyorum. “Baskın, basanındır” sözünün doğruluğu da işte burada ortaya çıkıyor. O görüntüleri çeken, dağıtan baskının da sahibi oluyor.
O zamanlar, İstanbul’da yılda kaç defa oluyordu ki böyle bir baskın? Şimdi ise günde kaç defa oluyor? Arada ki farka bakınca aşkta ne kadar masumiyet kalıp kalmadığını da daha net olarak görüyoruz.
Sevda denen bu mereti devrin ekâbiri, saraydakiler yaşadığı zaman “aşk” olduğunda, halk denemeye dahi kalktığında adı “namus” oldu. Günümüzde halk için aynı şey yine geçerli ama bu sefer, saray görevlilerinin ve paşaların yerini mankenler, artistler, sözüm ona sanatçılar aldı ve yaşadıklarına da “aşk” dendi. Bir başka değişiklik de baskınlarda oldu. Eskiden halka uygulanan baskınlar şimdi ki “aşk” yaşayanlara yapılmaya başlandı.
Şimdikinin aşklarına benzemeyen, buna rağmen bir alay dedikodusu çıkan o eski aşklar masum bir bakışma ile başlardı. Yanlarında ki büyük hanım ile tramvaydan inen hanımlar, vasıtanın sağ tarafına yüklenen erkeklerin bakışları altında ezilirken, tramvaydan “Ş”lerin üstüne basılarak söylenen;
-“Maşşşallah” sesleri duyulunca, cevap kısa ve nettir;
-“Dilin tutulsun inşallah…”
Bastonlu yaşlı hanım ise yere bakarak utançla bir “lahavle” çekerdi. Tramvayda işi bir bakışla bağlayan genç ise, iç cebinden çıkardığı mendili, kızla göz göze geldiğinde koklayacaktır. Bu allı morlu, ipekli bir mendildir ve
- “Yana yana kül oldum, aşkınla bir hoş oldum” gibi bir mana ifade eder. Diye anlatır usta Hiçyılmaz.
İşte bu çok masum yaşanan aşklara, sevgilisi elini tutunca hamile kalacağını sanan kızlarımıza evvelallah yetiştim
Şimdiki kızlarımız ellerindeki cep telefonları ile uzun uzun mesajlar yazıp, yok olmadı deyip e-mektuplarla kendilerini ifade etmek için paralanırken, bizler okul yollarında kullandığımız belediye otobüsleri, troleybüsler ve de yürüyüş güzergâhlarında iyi birer seyirci idik.
Kendimize bir hedef koymuştuk. Gidiş veya dönüş yolunda muhakkak böyle bir abla-abi yakalayacaktır. Hiç gülmeyiniz efendim. Televizyon mu vardı, büyük çarşılar mı, lunaparklar mı yoksa gösteri merkezleri mi vardı. Bizim eğlencemiz de oydu işte… Ve biz okul yollarında kaç defa o “Maşşşallah” ile “Dilin tutulsun inşallah” diyalogunu dinledik, biletçi ile kahkahalarla güldük. Allı morlu mendiller yoktu ama iç cepten çıkartılan kar beyazı keten mendillerin işaret dilinde de kullanıldığını gördük. Vücut dili ile kullanılan mendiler ile hafifçe şakaktaki ter alınıyor gibi yapılır, daha sonra burna dayanarak koklanır, kafeslenen ablamız mahcup önüne bakarak tebessüm ederse “iş tamam” demekti.
İlk durakta önden ablamız arkadan abimiz iner, biz büyük bir iş başarmış gibi gözlerimizi çevirerek biletçiye bakar ve hep beraber gülmeye başlardık. Bazen bu oyuna yaşlılarda katılırdı. Bir de meslekleri gereği bu otobüsleri ve troleybüsleri kulananlar vardı ki, onlar asla bizim konumuz olmadı, olamazdı da… Eğer okula yakın bir durakta indilerse biz de inerdik. Onlar önde biz arkada bir konvoy halinde yürüdük. Bazen ablamızın bir iki adım gerisinden yürüyerek, kendisini ikna etmeye çalışan abimiz başarılı olmaz o zaman bir hışım geri dönen ablamız bir alay lafı sayar döker ve genç adamı yanından kovardı. O zamanlar bizim anlayamadığımız tek yer orası idi. Yıllar sonra nedenini büyükler anlattı da öğrendik.(!)
Şimdi siz sorarsanız da “niye abiler toplu taşıma araçların da gezerlerdi de” diye? Bugün parmak kadar çocukların bile altında araba varken, o zamanlar İstanbul’da kaç araba vardı ki? Onları da zaten babalar kullanırdı.
Peki, bu tanışmalar hayırlısı ise nasıl sonuçlanırdı?
Bir gün kız annesi dostlarına anlatmaya başlardı;
-“ Bizim kızı Fatih’te bilmem kimlerin oğlu otobüste görmüş. Pek beğenmiş efendim. Hatta birkaç defa aynı otobüse binerek izlemiş kendisini, terbiyesini ve hanımlığını görünce eve kadar takip etmiş. Geçen gün ailesini yolladı ve istetti. Kısmetse vereceğiz…”
Aynen böyle ifade edilen talip olma olayına mı inandınız yoksa bana mı?
İsterseniz bir annelerinize sorun!
Bakalım benden farklı size ne anlatacaklar?