Ancak esnek hukukta, sadece sonuç itibariyle değil, hukuki ilişkinin kurulması aşamasında da bir esneklik sözkonusudur. Taraflar irade beyanında bulunurken aslında gerçek niyetlerini dışa aksettirmeyebilirler. Bu bakımdan Devletler Hukuku’nda milletlerarası “antlaşmalar” (Vereinbarung) ve “sözleşmeler” (Vertrag) ayrımı yapılmaktadır. Buna göre; antlaşmalar “irade birleşmesi”, sözleşmeler ise “irade uyuşmasıdır.” İrade birleşmesi, karşılıklı, birbirine uygun ve “süreklilik” arzeden iradelerin beyanıdır. Bu bakımdan “ahde vefa” ilkesiyle uyuşmaktadır. İrade uyuşması ise sadece dışa vurulan irade beyanları bakımından sözkonusu olup saklı saikler sonradan devletlerin farklı şekilde davranmalarında rol oynamaktadır. Devletler Hukuku’nda, özel hukukta olduğu gibi, dışa vurulan iradelerin yorumlanması yoluyla gerçek iradeye ulaşılmasında başvurulabilecek “güven teorisi” (Vertrauensgrundsatz) ve bunun somut vakıaya tatbikini sağlayacak bir cebri icra gücü bulunmadığından ancak manevi yaptırımlarla devletler taahhütleriyle bağlı kalmaya zorlanabilmektedir. 1969 tarihli Viyana Antlaşması’ndaki yorum kuralları antlaşmalarda yer alan kelimelerin lafzı ve ruhu ile birlikte tümünün bir bütün olarak yorumlanmasına ilişkindir.
Devletler ekonomik bütünlüğün dışında kalarak kendi eksikliklerini gidermekten ve bunlara bağlı birtakım feri imkanlardan faydalanmaktan mahrum kalmama gibi saiklerle taahhütleriyle bağlı kalırlar. Yani taahhütte bulunurken dışa vurdukları irade beyanı ile asıl saikleri farklı olmaktadır. Bu asıl saikleri “siyasal-ekonomik” niteliktedir. Bu sebeple taahhütler “esnek” ve “belirsiz” olmaktadır. Örneğin, para takası ve para nakli serbestisi tanımak amacıyla bir taahhütte bulunulurken, aslında dış ticaret ve ödemeler açığını kapatmak için döviz girdisini ve yabancı yatırımcı çekmeyi amaçlamakta veya bölgesel ya da küresel stratejisinde taraftar bulmaya çalışmaktadır. Tabii böyle bir durumda devletler, anayasaları başta olmak üzere kanun ve diğer mevzuatlarıyla üstlendikleri sosyo-ekonomik kamusal görevlerini yerine getirmek ile ekonomiye katkıda bulunması muhtemel özel girişimcilerin serbesti yönündeki talepleri arasında ikilemde kalmaktadır. Bu bakımdan devletlerin tek iktidarda yönetilmesi pazarlık payını zayıflatmakta ve milletlerarası taahhütleriyle bağlılığını kuvvetlendirmektedir. Hem küresel hem de bölgesel bazda devletler, her ne kadar ekonomik serbestiye gitme ve diğer devletler ile bütünleşmede ilk olmayı arzu etmeseler de, bu yönde hareket eden devletleri izlemek ihtiyacı hissederler. Zira aksi takdirde rekabet eksikliği sebebiyle menfaat kaybına uğrayacağı endişesine kapılabileceklerdir. Böylece önce bir devlet ile başlayan sonra diğerlerinin de katıldığı “zincirleme reaksiyon” süreci yaşanır. Bu yapıyı iç içe geçmiş iki “girdap” olarak tanımlamak mümkündür. Küçük parçaları içine alıp bütünleştiren küçük girdaplar bir araya gelip büyük girdabı oluşturmaktadır. Hem bu girdapların içerisinde, hem de bunların bir parçası olan devletlerin içerisinde “içeriden itme dışarıdan çekme” şeklinde tecelli eden entegrasyon, devletlerin iç yapılarının “yeknesaklaşması” yönünde gelişmektedir. Bu yeknesaklık “kurumsal” çatı altında gerçekleştirilmektedir. Böylece 19. yy.da ikili anlaşmalar yoluyla İngiltere’nin kurduğu “altın standardı” şeklindeki küreselleşme yerini 20. yy.da ABD’nin çok-taraflı anlaşmalarla kurduğu “kurumsal” küreselleşme almıştır.
Bu “kurumsal sosyalleşme” ortamında devletler “aynı potada erimekte” ve iç hukukları, ekonomik ve mali yapıları birbirleriyle “uyumlu” hale getirilmektedir. Bu noktada iki yönlü menfaat gözetme sözkonusu olmaktadır. Devletler bu kurumsal yapının içinde kendi menfaatlerine en çok hizmet edecek şekilde hareket ederken aynı zamanda kurumsal menfaatler de gözetilmektedir. Milletlerarası ekonomik sistemin “saç ayakları” olan kurumsal yapılar kendi şartlarını devletlere dayatırken, diğer taraftan “gözetim” ve “denetim” yoluyla onların sistemin dışına çıkmamasını da temin etmeye çalışmaktadırlar. Esnek hukukta hafiften ağıra doğru aşamalı olarak artan farklı yaptırımlarla devletler hemen ekonomik düzenin dışına itilmemekte, aksine mümkün olduğunca içinde tutulmaya çalışılmaktadır. Kurallarla bağlı kalmamakta ısrar eden devlet, önce yararlandığı menfaatlerinden mahrum bırakılmakta, sonra milletlerarası ekonomik düzenin menfaatine olarak, düzenin dışına çıkarılmaktadır. Ancak bu az evvel değinildiği gibi çok nadir gerçekleşmektedir. Ayrıca kurum bünyesinde “ağırlıklı oy” nisabı öngörülmek suretiyle oldukça da zorlaştırılmıştır. Devletler bakımından ise, elde etmeyi umduğu veya sahip bulunduğu menfaatin kaybı şeklinde bir manevi yaptırımla karşılaşılmaktadır. Görülmektedir ki, “devlet” kavramı ortadan kalkmadığı müddetçe küreselleşme soyut ve esnek kalmaya devam edecektir. Bir de mevcut düzenin yerine her zaman yenisini kurmak mümkündür.