O gül-endâm bir al şâle bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün
Enderunlu Vâsıf
Eminönü’nden bindiğim otobüsün arka tarafındaki koltuklarından tek boş olanına oturdum. İlk defa bir otobüsün bu kadar sessiz olduğunu görüyordum. Zaten içimdeki kasvet beni yeterince sıkıyordu. Otobüsteki bu loşluk ve sessizlik ise beni ziyadesiyle kendi iç derinliklerime doğru itmişti. Etrafıma bakıyordum ancak görmüyordum; dışarıda sesler ve gürültüler vardı, fakat duymuyordum. Otobüs köprüyü geçti ve Tophane’ye doğru kıvrıldı. Bir yerde durduğunu ileri doğru sarsılmamdan anladım. Başım önümde düşünüyordum.
Birden otobüsün içinde bir hava cereyanının ötesinde bir cereyan, güneşin aydınlığının ötesinde bir aydınlık olduğunu hissettim. Başımı kaldırdığımda otobüsün ön tarafında güneşin en güzel sarı rengini bütünüyle kendinde toplamış saçlar, ay aydınlık bir yüz ve ışık saçan bir çift göz gördüm. Donmuş gibi oraya bakıyordum. Yürümeye başladı otobüsün içinde. Ağır ağır ve üstâd elinden çıkmış bir bestenin ahengiyle...
Mütenasip bedeni üzerinde taşıdığı elbiseyi o kadar kendisine mal ediyordu ki, aslında çok da özenle seçilmediği belli olan bu kıyafetler, sadece kendisi için özel olarak imal edilmiş ve asla bir başkasına uymayacak ve yakışmayacak zannını uyandırıyordu bende. Ağır ağır yürüyordu veya bana öyle geliyordu. O saçlar Allah’ım, o saçlar... Bir saç ayakların hareketlerine bu kadar mı tâbi olur? Her adım atışta saçlar da ahenkli bir şekilde ve her seferinde aynı hareketi şaşmadan yapıyordu. Üstten uca doğru kıvrılan bu saçlar âdeta hafif bir esintiyle, durgun denizin üzerinde oluşan dalgaların kıyıya doğru ulaşmak için can atması gibi veya gökyüzündeki sonsuz bir kaynaktan yeryüzüne doğru yavaş yavaş dökülen ipek gibi iniyordu.
Yürüyordu, yavaş yavaş ve ahenkle... Gözlerindeki ışık gözlerimi almıştı sanki ve ben hiçbir şeyi görmeden sadece onu görüyordum. İçime hem yakıcı bir ateş hem ferahlatıcı bir nefes gönderen o yeşil ile mavi arası gözler okyanusun en güzel yerinden alınmış bir damla gibi idi ve ben, o okyanusun en derinlerine dalmış da vurgun yemiş gibi bakıyordum, kıpırdamadan, nefessiz... Bazen saçlarına takılıyor, bazen gözlerinde yok oluyordum. O gözlerdeki uzak iklimlerden gelmiş mahzunluk neyin nesi idi? O geldiği diyarların havası mı idi beni kendimden geçiren. Yoksa Haşim’in “O Belde”sinden mi geliyordu bu nefhâ:
“Denizlerden
Esen bu ince hava saçlarında eğlensin,
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-ı şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!”
........
Gözlerinin yüzüne aksettirdiği tebessüm biraz sonra dudaklarına da ulaştı ve yemin edebilirim ki dünyadaki hiç kimseye bir tebessüm bu kadar güzel yakışmamıştır. Ve yine yemin edebilirim ki bu tebessüm karşısında hiç kimse kayıtsız kalamazdı... İçim nasıl da aydınlanmıştı birden. O an içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim. Şu anda bana “Öl!” dese, ölebilirdim. Geldi yanımda durdu. Göz göze idik. O an o gözleriyle benimdi. Lisâna gerek yoktu.
Ne diyordu şair: “Gözlerinle benimsin, lisâna var mı lüzum?
Gözlerinde ne çılgın ifadeler okudum”
Hiçbir şey diyemedim, diyemezdim. Ona o an için verecek hiçbir şeyim yoktu. İstese canımı da verebilirdim ancak o gözler buna razı değildi. Usulca kalktım, yerimi verdim. Gözleriyle konuştu yine: “Zahmet verdim size, teşekkür ederim.”
Bitmesini istemediğim o an maalesef otobüsün Beşiktaş’a yaklaşmasıyla nihayet buluyordu. İnmek için otobüsün orta kapısına doğru yürüdüm ve orada durdum. Tekrar baktığımda o denizlerin en güzel yeşili ile göklerin en güzel mavisini kendisinde toplamış gözlerde anî bir bulutlanma peyda oldu. Zira o beni otururken görmüştü ve ayağa kalktığımda ve yürüdüğümde fark ettiği şey bir hüzün bulutu çöktürmüştü gözlerine...
Bir kere daha bakıştık ve indim arabadan.