Her ne kadar ki, günümüzde devlet egemenliği halen asıl olmakta ve devletlerin kendi egemenliklerini kendilerinin sınırlandırmasıyla bir milletler-üstü hukukun ortaya çıkabilmesi mümkün olsa da, ekonomik, siyasi ve askeri baskılarla devlet egemenliğinin “şeffaflaştırıldığı” aşikârdır.
Bugüne kadar hukuk önünde eşit devletler ancak tüm tarafların rızasıyla bir milletlerarası mahkeme önüne gidebilmekte ve verilen karar sadece davanın taraflarını bağlamaktaydı. Kararın icrası bakımından ise ilk aşamada bir bağlayıcılık sözkonusu değildi. Birinci Dünya Savaşı sonrası dünya barışının korunması amacıyla Milletler Cemiyeti kurulmuş ancak zayıf kalmıştır. Devletlerarasındaki ihtilafların barışçıl yollarla çözülmesi için bir organı olarak Milletlerarası Sürekli Adalet Divanı kurulmuş ancak kararlarının herhangi bir bağlayıcılığı olmadığı gibi, sadece savaşın kurallarını tayin etmekten ibaret kalmıştır. Zaten İtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesiyle Cemiyet de dağılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bu sefer milletlerarası yargı kararlarının bağlayıcılığı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kolektif müdahale kararı almasıyla sağlanmak istenmişti. Ancak, bu sefer de Güvenlik Konseyinin veto yetkisine sahip beş üyesinden birisi davaya taraf olduğu takdirde mahkeme kararına uyulmamasının yaptırımı sözkonusu olamıyordu. Bunun somut örneği 1995 yılında Milletlerarası Adalet Divanı’nın ABD v. Nikaragua davasında, Nikaragua’daki hükümet karşıtı gerillalara askeri destek sağladığına hükmedilen ABD karara uymamış ve konu Güvenlik Konseyinin önüne geldiğinde de veto etmiştir. Yani “hâkimin kendi davasına bakamayacağı” kuralı ihlal edilmiştir. Bu sonuç aslında şaşırtıcı değildir. Zira dünya barışının muhafazası 20. yy. ikinci yarısından itibaren sadece ekonominin serbestçe mecrasında akışını sağlamak için bir bahane olmuştur ve her ikisinin de sebebi ve sonucu aynı küresel güç niteliğinde devletlerdir. Birleşmiş Milletler de ABD’nin Irak’ı işgali ile “son” bulmuştur.
1 Temmuz 2002 tarihinde yürürlüğe giren Milletlerarası Ceza Mahkemesi, kendisini kuran Roma Sözleşmesi’ne taraf olan devletler bakımından bir milletler-üstü yapı teşkil etmiş ve taraf devletlerin ayrıca bir rızası aranmaksızın, o devletlerin işlemiş olduğu insanlığa karşı suçlar bakımından yetkili kılınmıştır. Mahkemeye bağlı savcılılığın, tüm taraf devletlerde ihbar üzerine veya re’sen suç soruşturması yapabilme yetkisi bulunmaktadır. Ancak yurtdışındaki askerlerini korumak endişesiyle ve geleneksel politikası olan egemenliği sınırlandıran hiçbir milletlerarası antlaşmaya taraf olmamayı sürdüren ABD Roma Sözleşmesi’ne de taraf olmamıştır. Böylece “pozitif ayrımcılık” yapmaya devam etmiştir.
Ancak ABD’nin kesinlikle yanaşmadığı bir düşünce öğretide ileri sürülmektedir ki, o da bir milletlerarası ticaret mahkemesinin kurulmasıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya barışını ticaretin serbestleşmesiyle sağlama düşüncesine hizmet etme amacıyla kurulması planlanan Milletlerarası Ticaret Örgütü, 1948 tarihli Havana Şartı’nın ABD tarafından imzalanmaması üzerine kurulamamıştır. Zira ihtilafların çözümü için öngörülen tahkim usulü bağlayıcı niteliğe sahipti. Onun yerine, esnek hükümler ihtiva eden ve ihtilafların halli mekanizması bağlayıcılıktan yoksun olan 1947 tarihli Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) yapılmış ve 1995 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
1995 yılında kurulan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve bünyesinde yer alan Anlaşmazlıkların Halli Organı iki dereceli ve bağlayıcı nitelikte bir ihtilafların çözümü mekanizması getirmiştir. Ancak bu sefer de Örgüt kapsamında yer alan sübvansiyonlar en çok ticari ihtilaflara yol açan devlet yardımları yasak, dava edilebilir ve dava edilemez şeklinde üç çeşit olarak düzenlendiğinden tahkimin bağlayıcılığı da aşılmıştır. Hukuk, ekonomik imkânlar ve yöntemler kullanılmak suretiyle “arkadan dolanılmış” denilebilir.
Görülmektedir ki, devletlerin serbest hareket alanı daraldıkça küreselleşme genişlemektedir. Ancak yine de devlet egemenliği sadece “daralmakta” ama “yok” olmamaktadır. Zira devletler dünya üzerinde birbirlerine karşı “rekabet” halinde bulunmaktadır. Tümünün “tek-taraf” olarak yer aldığı bir yapı içerisinde ancak küreselleşme somutlaşabilir ve sınırlar kalkabilir.