Karşı dağdaki, öte geçedeki bir türkü patlattı mı ona cevabını vermek işin raconundandı.
Türküye kendimizi iyice kaptırınca, fırsatı ganimet bilen sığırlar arada bir komşunun ekinine bostanına girer, uslulardan bir güzel azar işitirdik. Akşam aile büyükleri de kulağımızı çeker, mala davara göz kulak olmamızı, konu komşudan şikâyet getirmememizi kaçıncı kez tekrarlardı.
Baştan sona kitabı devrederdik etmesine de, herkesin bir baş türküsü vardı. Onu daha bir özenle okurduk. Sarıoğlangil’in Hatip Dayı’nın Tuncay’ın baş türküsü Kara Tren’di. O söylemese bile biz türküyü okuması için zorlardık. Bizim kuşaklar arasındaki lâkabı hâlâ Kara Tren’dir Tuncay’ın.
Köyün hallicelilerinden birkaçının evinde bulunan bataryalı radyoların yerini ortaokul yıllarımızda transistörlü çanta radyolar almaya başladı. Muzaffer Sarısözen’in “Yurttan Sesler”i başta, radyoda okunan türküler evlerden sokağa taşar, köyün içlerinde yankılanırdı.
Evimizin karşısında, öte geçedeki Yılmaz Ağabey’in saz çalıp türkü okumasını hayranlıkla dinlerdik. Bizler de elimize aldığımız değnekleri saz gibi tutar, ağzımızla tınılar çıkararak onu taklide yeltenirdik.
Cuma Pazarına Araç’a indiğimizde yaymacıya bakar, yeni türkü kitabı gelmişse arkadaşlarla bulur buluşturur, harçlıkları denkleştirir mutlaka alırdık. Yanık sesiyle omzuna çapraz astığı çantasına doldurduklarını satmaya çalışan destancı bütün çarşıyı, kahveleri dolanır, ikindiye doğru çantası tamamen boşalmış olurdu. Ben en çok destancının okumasından etkilenir, arka sıra ona sezdirmeden takip ederdim.
Eve geldiğimde destanı baştan sona ilk kez anama okurdum. Deprem, yangın, tren kazası, sel baskını, kıtlık vb. konu alan destanın ortalarına doğru anam mutlaka ağlamaya başlardı. Kendisi dinledikten sonra da komşu kadınlara okuturdu. Okuryazarlığı olmayan anam benim birkaç kez okumamdan sonra neredeyse destanın tamamını ezberine alırdı.
Bir keresinde Araç’tan döndüğümde anam ocak başında serme ekmek ediyordu. Bir yandan yaz sıcağı, bir yandan ocağın ateşiyle ter içindeydi. Aldığım destan, dostuyla bir olup, üç çocuğunu öldüren canavar ruhlu bir kadının üzerineydi. Destanın üçüncü dörtlüğünden itibaren anamın terine gözyaşları karışmaya başladı. Canilere beddua ediyor, masum bebelerin yasını tutuyordu. İlk dörtlüğünü hâlâ hatırladığım destanın gerisi hiç aklımda kalmamış:
Vilayet Çanakkale, kaza Ezine
Üç yavru dediğin çeyrek düzüne
İnme insin eline, ağ otursun gözüne
Üç yavruya nasıl kıydın canavar anne
Anam sac önünden kalktıktan sonra komşu kadınlara destanı nakletmiş. Beni çağırdılar. Başlarında Yazı Köyü’ nün Dede Korkud’ u sayılan Feride Kadın vardı. Onun buyruğuyla saldır saldır okumaya başladım. Kadınlar bir yandan dizlerini dövüyor, bir yandan canavar anneye ileniyor, bir yandan da ağlaşıyorlardı.
Bu okuyuştan ödülüm Feride Kadın’ın eteğindeki birkaç ince kabuk ceviz oldu. Bir de Dede Korkud misali ad verdi bana : “Canavar Anne”. Beni nerede görse Canavar Anne diye seslenişindeki takılmaktan çok beğeni titreşimini çocuk aklımla hissederdim.
Oda yerinde, armudun dibinde köyün erkekleriyle teklifsizce oturan Feride Kadın’ a yaşlı genç herkes saygı gösterir, başköşeye buyur ederdi. Yukarı Yazı’nın erkeğine kadınına taktığı lâkaplar ölünceye kadar o kişinin üzerine âdeta yapışır kalırdı. Tot Kuyruk, Götatan, Kör Bakraç, Arap Karı, Çolak Kız gibi onlarca lâkap, sahipleri öldüğü halde hâlâ yaşıyor. Bir anama ad takmamış. Bizleri sıraya katmak, evimizi, ocağımızı tüttürmek için geceyi gündüze katan, ay ışığında yolma yolan anam için; “O benim arkadaşımın yadigârı, Reşide Kadın’ın gelini” dermiş.
Tek sağ olaydı da, anama hep destan okusaydım. Kim bilir, belki de yufka yürekli anam, günümüz dünyasındaki canavarlıkların destan düzülemeyecek kadar büyük ve alçakça olacağını biliyordu da, tanık olmamak için gitti...