Dünyanın altını üstüne getiren operasyonlara el atan ülkeler, iş vitrine gelince bir anda kadınlara sarıldı. Porselen dişleri, naylon gülüşleri ile bu kadınlar sık sık kapımızı çalar oldu. Kan ve barut kokusunu, ruj, rimel, allık, pudra ve pahalı parfümlerle kamufle etme telaşı mı? Kim öğütlüyorsa doğrusu işini iyi biliyor. Kadını anne, kardeş, evlat, hala, teyze vs. vasfından sıyırıp, sadece ve sadece dişiliğe indirgeyen bir dünyanın halini düşünüyorum…
Köhne yalnızlığımı kuşanmış, kenti arşınlıyorum. Vitrinler alabildiğine yabancı. Suretler de öyle… Geleneğini ve geleceğini kaybetmiş yığınların arasında, yer açıyorum adımlarıma. ‘Daha müren, daha müren’ diye at koşturan atalarımın gelip soluklandıkları, yurt edindikleri topraklarda bir muhacir sessizliğindeyim.
Bir uçtan bir uca kuş uçumu sekiz saat diyorlar, dilimin yayıldığı coğrafyaya… Oysa yüreğime yetecek bir kıyıya bile sahip değilim. Yüzümü Marmara’nın dingin sularına çevirip, Ahırkapı’da bir banka yerleşiyorum. Yanıbaşımda ‘köpek öldüren’e fit olmuş bir şarabi… Üstüne gazete kağıtları örtünmüş, güneşin son ışıklarına tutmuş alnını. Yırtık ayakkabıları, yağ ve kirden yapış yapış olmuş ceketinin yakasını tutuyor elleriyle. Sanki biri kalıp gibi bırakmış oraya. Hemen arkamızdaki Kenedy Caddesi’nden sel misali araçlar geçiyor. Arada bir rüzgar…
Bir ceset sessizliğindeki adamın üzerine örtülü gazeteye bakıyorum. Şarabinin üstü, gündemle örülü… Merakımı yenemeyip, çekip alıyorum gazeteyi. Tınmıyor bile… Her sütun santimi ‘duyarlı’ bir biçimde kullanılmış. Öğütlenen ve örgütlenen bir propaganda bülteni. Kadın yüzleri dikkatimi çekiyor. Bir vakitler çalıştığımız gazetede üzerine kağıtlar yapıştırılan, ‘mahrem’ diye gazete çalışanlarından bile saklanan kadın yüzleri. Sonra o kadınlar sekreter oldu. Mahreme kılıf bulundu… Hane halkından bile uzak tutulan kimileri ise ‘protokole’ dahil edildi. Leyleği havada görmüş gibi, her gün bir kent, her hafta bir ülke… Podyumlarda bile bulunmayan kostümler…
‘Her sayfaya bir kadın’ Babıali’nin can simidi olup çıktı. Kimi kadınlar hızla hayatın içine çekilirken, kimileri de hayatın içinden aynı hızla çekilip alındı. Anne, bacı, teyze, hala, eş… Bu sıfatları artık sadece asayiş haberlerinin içinde geçer görmeye başladık.
Ya hayatın içindeki kadınları… Onlar alımlı, alınlarında tek bir kırışıklık bulunmayan, protokol adabını iyi bilen, nerede frikik vereceğinin bilincinde, erkek gibi duran ancak, dişiliğini vurgulayan kadınlar…
Bilmem dikkatinizi çekiyor mu, son dönemde önemli ülkelerin dışişleri bakanları hep kadınlardan… ABD, İsrail, Yunanistan, Avustralya vs… Dünyanın altını üstüne getiren operasyonlara el atan ülkeler, iş vitrine gelince bir anda kadınlara sarıldı. Porselen dişleri, naylon gülüşleri ile bu kadınlar sık sık kapımızı çalar oldu.
Kan ve barut kokusunu, ruj, rimel, allık, pudra ve pahalı parfümlerle kamufle etme telaşı mı? Kim öğütlüyorsa doğrusu işini iyi biliyor. Kadını anne, kardeş, evlat, hala, teyze vs. vasfından sıyırıp, sadece ve sadece dişiliğe indirgeyen bir dünyanın halini düşünüyorum… Şarabi uyuyor…
‘Anne olabilselerdi’ diyorum, Irak böyle kan gölüne dönerken, susabilirler miydi? Yahut, Filistin açlıkla sınanırken, süte mahrum bebeklere duyarsız kalırlar mıydı? Dünyaya böylesi bir kadın şablonu dayatılırken, bizde hayatın dışına itilmiş başörtülüler üzerinden kimler nasıl nemalanıyor, anlatmaya gerek var mı?
Şimdi moda ateşin kadınları… Erkeğinin bir adım önünde, onun kanlı, iğrenç, insanlık dışı projelerini örtbas etmeye memur, alımlı ve bakımlı kadınlar. Çağa bir ad bulmak gerekiyorsa ‘unisex asrı’ desek herhalde yanlış olmayacak… Hem erkeğin işi hafifleyecek, hem kadının gücü artacak.
Akşam serini kendini hissettirirken, şarabi homurdanarak uyanıyor. Gazetesini uzatıyorum. Şaşkın şaşkın bakıyor.
Kalkıyorum… Sarayburnu’na doğru yollanırken, dudaklarımda kime ait olduğunu çıkaramadığım iki dize: Çoban ateşleri düşlerken bir dağ başında/Dağ kanunları alevlendi yanıbaşımda…