Türkiye’de son aylarda, dizilerin ve filmlerin, toplumu ve özellikle gençleri nasıl etkilediğine dair yoğun tartışmaların yaşandığına şahit olduk. Genel olarak “aynı mahallenin çocukları” tarafından yönlendirilen bu tartışmalar her zamanki gibi saptırılarak rant ve nüfuz kavgasının sahnesi haline getirildi. İzlediğimiz tartışmalar “Türkiye’ye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” zihniyetinin kültür sanat dünyası ve kitle iletişim araçlarındaki gücünü ve tavrını bir kez daha bizlere yansıtmış oldu.
Belki de şunu demek istiyorlardı: “Kendi kendine, kendi çevrende kapalı devre yayın ve tesir yaparsan hiç umurumda değil ama bize ait alanlarda, bizden farklı bir dille boy göstermeye kalkarsan yakana yapışırım, oluşan her türlü ortamı da istismar ederim.” Bu zihniyetin en canlı bir örneğini geçen günlerde bir televizyonun ana haber bülteninde yayınlanan “tezahürat kavgası” başlıklı haberle gördük. Habere göre, Beşiktaş ve F.Bahçe taraftarları arasında bir şiirden üretilen tezahürat için, “Önce kim söyledi?” tartışması yaşanıyordu. Eğer, “Böyle bir şey nasıl haber olur?” derseniz, cevabı daha da şaşırtıcıdır. Şiir, Nazım Hikmet’e aittir ve yapılan şey, fırsat bu fırsat deyip Nazım Hikmet’ten bahsetmektir.
Merkezî tasarım nasıl şekil veriyor?
Kafa bağımsızlığımızı koruyabilmenin yolu, tartışılanları olduğu gibi bir de hiç tartışılmadan aynen kabul edilen, çok çabuk uyum sağlanan âdeta dokunulmazlığa sahip olan “işleri” sorgulamaktan geçiyor. Bu diziler hangi dünyayı ve hangi dünya görüşünü yansıtıyor, bize ne veriyor, bizden neler götürüyor? Bu dizileri yazanların ve yönetenlerin hayata bakışını şekillendiren değerler neler?
Tartışılmadan uyum gösterilenlerin genel karakterini şöyle ifade edebiliriz: Tarihle ilgili olanların büyük çoğunluğu özellikle yakın tarihle ilgilenir. Batının güçlendikçe dünya tarihini kendisi etrafında yeniden yazarak tahrif ettiği gibi bunun bir benzerini de, merkezî tasarımın bizdeki maşaları yakın tarihimizi “anti-Türk-İslâm” bir bakış açısıyla yeniden yazarak gerçekleştirirler. Bu tahrifatın gayesi bütün bir toplumu ölçüsüz, süzgeçsiz ve kararsız hâle getirmektir.
Kâh pireyi deve yaparak, kâh olmayan şeyleri olmuş göstererek bugünün insanının kafasını karıştırmayı görev bilirler. Yakın tarihin içinde, toplumu kamplaşmaya ve gerilime götürebilecek malzemeleri bulup, eşine az rastlanır bir mübalağa ile sunmak artık meslekleri haline gelmiştir. Ne hikmetse bu tarz işlerde hep kötü imamlar ve müftüler vardır. Bunlar bazen teknolojiye, bazen de İstiklal Harbine karşı çıkarlar (!) Fakat onlara rağmen zafer kazanılmıştır (!) Sanal ayrımların fitilini ateşleyerek beslenenler için ne güzel rant kapısı. Bu işlere kalkışan insanların Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”sından, “Firavun İman”ından, Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı”sından haberdar olmamaları mümkün müdür? Fakat onlar bildiklerini okurlar.
Güncel olanlarında ise temel konu “yüksek yaşam düzeyi”dir. Hikâyeler ve hadiseler Nişantaşı, Teşvikiye, Şişli üçgeninde yazılır ve yaşanır. Bunlarda başrolleri viski şişesi ve evde ayakkabı ile dolaşmak paylaşır. Bu ikisi olmadan hiç olmaz. Mesele toplumu yansıtmak değil, topluma başka yerlerde üretilmiş hazza dayalı bir hayat tarzını dayatmaktır. Birazı Türkçe, birazı İngilizce, birazı da Türkçe’nin belini kırmaca’dan oluşan toplam 150 kelimelik bir dille anlaşmak bu dizilerde çok kolaydır. Bu diziler, geçen günlerde Engin Ardıç’a bir yazısında: “Bunların hayatlarında gazoz ve gofretten başka şey yok mudur? Eh bir de cep telefonu tabiî... Yirmi birinci yüzyıl, elektronik devrimiyle geldi ama iyice aptallaştırılmış, bön bir gençlik kitlesiyle de geldi: Çığırından çıkmış, gemi azıya almış vahşi kapitalizmin istediği örnek tüketici!” cümlelerini sarf ettiren, hem geçmişi hem de hayatta kendisini aşacak bir hedefi olmayan yeni insan modeline vitrinlik yapmaktadır.
Kimliğinle ayakta durmak nasıl olacak?
Bütün bunlar yaşanırken nasıl ayakta duracağız? Tavırsız, tarafsız, renksiz kalarak mı, yoksa irade göstererek mi? Canı istediği zaman “Efendim, realiteleri görmek lâzım” diyerek kapitalizmin istediği kimliğe bürünen, canı istediği zaman da içine düştüğü çelişkiyi itiraf etmeden “ahlâktan, maneviyattan, ruhtan, gönülden bahsedenlerin “yerli” kalabilmesi mümkün değildir. Damatları ve gelinleri yabancılaştıran, kolumuzu kanadımızı kıran, Müslüman kız Hıristiyan erkekle evlenebilir önermesiyle kafaları bulandıranlara karşı durmak için; sürekli konuşarak her türlü ciddi meseleyi geçiştirme ile sadece şahsî menfaat ve hayallerinin derdiyle dertlenmenin dışında bir yol olmalı. Çünkü hayatta tarafsızlık olmaz. Hele bu coğrafyada, bu ülkede tarafsızlık ve tavırsızlık kesinlikle kabul edilemez…