Demek ki asıl önemli olan halkı, gözü korkutulmuş yığınlar hâline getirmekten sakınmaktır. Onu okumayan ve düşünmeyen bir kitle olmaktan kurtarmaktır. Bunun için yılmadan, hiçbir şeyden çekinmeden doğruları gösterecek önderlere, doğruları öğretecek mekteplere ihtiyaç vardır.
Çıkış yolunu, bizlere doktrinlerini dayatan emperyalistlerde değil, fikir kutuplarında, ilim merkezlerinde aramalıyız.
Bir varlığı gerçek mânâda sevmek, ancak onu iyi anlamak, bilmek ve tanımak demektir. Eğer siz yürekten sevebiliyorsanız, sevmekten korkan ve bu yüzden sevgiden uzak duranlar bile bir gün sizi anlayacaktır. Eğer gerçekten seviyorsanız… Bir başka deyişle, hiçbir karşılık beklemeden seviyorsanız… Zararı yok; siz artık yoksanız, orada değilseniz bile…
Yalnızlık, sevgiye bir karşılık görmemek değildir. Yalnızlık sevememektir, yüreğine büyük bir sevgiyi sığdıramamaktır.
Bir topluluk içindeki yalnızlık ise farklıdır, başkadır. Bazı şeyleri anlatamamaktan doğar. Çok zordur, ıstırap vericidir. İntihar eden bir kişiye yardım edememek gibidir. Yardımınızın kabul görmesi için sizin iyi anlaşılmanız gerekir. İçtenliğinizden kuşku duyulmaması gerekir. İşte burada daha önceki şartlanmalar ve bunun sonucu olan saplantılar, giderilmesi gereken unsurlar olarak ortaya çıkar. Bazı ön yargıların kökeninde, açık yüreklilikle ortaya konulmuş duyguların başkaları tarafından sömürülmüş olması yatar. Onun için iyi niyetli ama saplantılı kişilere de kızmayıp elden geldiğince anlayışlı davranabilmelidir. Hep söylüyoruz ya, bu psiko-sosyal problemler iç içedir, arka arkayadır diye… Ancak bu durum, ön yargılarla savaşmaktan bizi alıkoymamalıdır. Evet “ön yargılardan kurtulmak atomu parçalamaktan zordur.” Bu özdeyişi ille ünlü bir kişinin ağzından söyletmek bile bir peşin hüküm değil midir? Sanki o “sıradan” denilen insanlardan biri söyleyemezmiş gibi…
Hayatın kendine özgü bir akışı, bir biçimi, bir disiplini vardır. Disiplin konusunun yanlış anlaşılması ve böylece uygulamalara da yanlış aktarılması çok önemli bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Disiplini “yol ve yöntem” mânâsında bir fikir hareketi değil de sıkı düzen (inzibat) olarak anlamakta ısrar etmek bizi yanlışlıklara götürmektedir. Bu yüzden bazı kişi ve kurumlara –aslında onları dolaylı olarak yıprattığı hâlde- imtiyaz tanımış olmak, yani onları ayrıcalıklı hâle getirmek ummadığımız ve hiç istemediğimiz sonuçlarla karşılaşmamıza yol açabilir. Burada vurgulamak istediğimiz konu şudur: Ayrıcalık tanıdığımız kurumlar da zamanla yalnızlaşıyor. Kökünden kopuyor, kökeninden uzaklaşıyor. Çünkü aşırı eleştiriye hedef olmamak için gözden uzak durmak, soyutlanmak zorunda kalıyor. En azından içe kapanmak gibi bir savunma refleksi doğuyor. Bütün bunlar misyonun kaybedilmesi, verimliliğin düşmesi sonucuna götürür. Bu da bir çeşit yıpranmadır, yalnızlaşmaktır.
Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında başımızın üstünde taşıdığımız bir slogan vardı. “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz.” Şimdi sömürgeci takımına sormak lâzım. Gerçekten böyle miyiz? Yani aralarında ayrıcalık olmayan, sınıf farkları kaldırılmış bir kitle hâlinde durabildik mi? Daha da kötüsü “ipin ucu kimin elinde?” iç ve dış tehlikelere karşı yan yana, omuz omuza duruyor muyuz? İşin en acıklı tarafı şu ki yetenekli gençlerin yolunu açma gayretinde olan, böyle bir uygulamaya cesaret eden kalmadı. Milleti herhangi bir topluluktan ayıran ortak değerler nerede?
Merhum Attilâ İlhan’ın geçenlerde bir tv kanalında tekrar yayımlanan bir sohbetinde söylediklerini hatırlıyorum. Demişti ki: “Gazi’nin vefatından sonra devletin başına geçenler oligarşik bir dikta hevesiyle cumhuriyetin ilkelerini kendilerine göre yorumlamaya başladılar. Öncelikle ve sadece lâiklik ilkesine sarılarak bunu –küçük bir elit sınıfın halka karşı kullanması suretiyle– bir baskı rejiminin aracı haline getirdiler. Cumhuriyetin ilânından kısa bir süre sonra o zamanki Başvekilin etrafındaki bir grup, faşist rejimlerdeki gibi –millet meclisinin de üstünde– bir komite teşkil ederek meclisi âdeta bunların keyfî kararlarının tasdik makamı olarak kullanmak istediler. Ancak Gazi’nin bu girişime karşı çıkarak iradesini ortaya koymasıyla bu emellerine, onun sağlığında ulaşamadılar.”
Bu görüşü doğrulayan bir anıyı burada belirtmeden geçemeyeceğim. Otuz beş yıl kadar önce, KİT’lerden birinin dinlenme tesislerinde tanıştığımız bir bey ile sohbet ediyorduk. Sanırım hariciyeciydi. Atatürk’ün sofrasında bulunmuş, ona gönülden yakınlık duymuş bir kişiydi. (Onlara “huzuru mutad zevat” denirmiş. Yani devamlı olarak o toplantılara katılan kişiler.) Gazi’nin, ülkenin idaresinde söz sahibi olan bazı yöneticileri, yetersiz hattâ yeteneksiz bulduğunu, bundan dolayı büyük bir sıkıntı duyduğunu, ancak bu görüş ve düşüncelerini paylaşacak bir çevre olmadığı için bazı şeyleri görmemiş gibi davranarak unutma çareleri aradığını yana yakıla anlatmıştı.
Görüyorsunuz; güçlü bir devlet adamı olmak, ileri görüşlü bir başbuğ olmak insanı yalnızlıktan kurtaramıyor. Hattâ denilebilir ki daha da yalnızlaştırıyor. Derdini anlatamamak, kendini anlayacak bir çevre bulamamak kadar bir yalnızlık düşünülebilir mi? Üstelik kendi dar görüşlerini ona mal ederek onun adına puan toplamak isteyenlerin olması ve bu yüzden asıl meziyetlerin geriye itilmesi, üstünün örtülmesi ne kadar acıdır. Bu ona hizmet midir? Görüşlerinin yaşatılmasına hizmet midir? Bir fikri “basite irca etmek” kısır bir döngü içine hapsetmek dostça bir davranış mıdır? Eğer bu iyi niyetle, saflıkla yapılıyorsa o zaman da cahilce bir davranış değil midir? Asıl bağnazlık bu değil midir?
Demek ki asıl önemli olan halkı, gözü korkutulmuş yığınlar hâline getirmekten sakınmaktır. Onu okumayan ve düşünmeyen bir kitle olmaktan kurtarmaktır. Bunun için yılmadan, hiçbir şeyden çekinmeden doğruları gösterecek önderlere, doğruları öğretecek mekteplere ihtiyaç vardır.
Çıkış yolunu, bizlere doktrinlerini dayatan emperyalistlerde değil, fikir kutuplarında, ilim merkezlerinde aramalıyız.
Çok daha uygun yerler dururken, halka açılması gereken araziyi “kapatarak” binlerce konut inşa edilmesini marifet zannedenlerin ve hiçbir toplu taşıma aracı sağlamayıp trafiği büsbütün içinden çıkılmaz hâle getiren çıkar gruplarına alkış tutanların elinden milleti kurtarmaya çalışanlar, maalesef bu toplumda yalnız kalmışlardır.
İçinden demiryolu da geçecek olan bir tünelin inşasını sürüncemede bırakıp ardı ardına Boğaz köprüleri yapılmasını zorunlu hâle getiren lobilerle mücadele edenler “yalnız bırakılmış” kişilerdir.
Bir umutsuzluk ve hayal kırıklığı olarak algılamayın ama galiba bu yalnızlıktan kurtulmanın tek çaresi bu kalabalıklardan kaçmak ve şartlanmış zihinlerden olabildiğince uzak durup “yalnız kendinle” kalabilmektir.