Papalık, tüm Avrupa’ya hâkim olduğu Orta Çağ’dan sonra hiçbir zaman eski gücüne sahip olamadığı gibi, gittikçe zayıflamış, dar bir nüfuz alanı kalmış, bir de soğuk savaş döneminde ABD’nin kontrolüne girmiştir. Bugün Papalığın karşısına bir başka tehdit çıkmıştır. Bu da İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi Patriği’nin sahip olduğu iddia edilen “ekümeniklik” sıfatıdır.
Her ne kadar Papalık ekonomik ve siyasi açıdan Batının desteğine muhtaç ise de, kendi “yaşam sahası” olan Hristiyanlık âleminde karşısına bir ikinci “Papalığın” çıkarılmasına asla tahammül edemez. Bu noktada Papa’nın Türkiye ziyareti iki taraf açısından önemli ve anlamlıdır. Zira, her iki “devletin” de egemenliği tehdit altındadır. Haçlı seferleri ve sonrasındaki siyasi fitnelerin müsebbibi Papalık ile Türk devleti ortak sorunlarını, Selahaddin Eyyubi ile Kudüs Kralının yaptıkları gibi centilmenlik anlaşmasıyla çözebilirler mi, yoksa Papa “sığ” bir misyoner anlayışıyla “danışıklı döğüş” mü yapar zaman gösterecektir. Tabii, Türk devleti, beş bin yıllık devlet geleneğiyle Papa’yı istediği noktaya getirebilecektir. Asıl önemlisi Hristiyan âleminin “Kralı” ve “benim muhatabım” Papa’dır mesajı verilecektir. Bu noktada sağlıklı bir tahlil yapmak için Papalığın “daralmasının” tarihi seyrine kısaca bir göz atmakta yarar vardır.
Papalık, M.S. 16. yüzyıla kadar geçen sürede, Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını müteakip Avrupa’da meydana gelen otorite boşluğunu feodal prensliklerin doldurduğu ve iktidarın kaynağının Tanrı olduğu inancının hâkim olduğu Avrupa’nın tamamında kutsal Papalık devletinin egemen olduğu görülmektedir. Tanrının (Hristiyanlık inancına göre Hz. İsa Tanrıdır) “vekili” olan Papa, iktidarını Tanrıdan, yani kendisinden, alan feodal prensliklerden vergi ve asker tedarik ederek ekonomik ve askeri bakımdan rakipsiz bir güç haline gelmiştir. Papalığın muazzam kudreti ilk kez İngiltere Kralı 8. Henry’nin “zina” bahanesiyle Papalık tarafından aforoz edilmesi ve kendi bağımsız kilisesini kurmasına dek sürmüştür. Böylece, İngiltere bağımsız ve egemen bir devlet olarak doğmuştur. Bu olay Papalığın nüfuz alanının daralması seyrinde ilk halka olmuştur.
Daha sonra, 16. yüzyıldan itibaren kişilerin elindeki menkul mal birikiminin çoğalması ve paranın kullanımının artması sayesinde feodalizm çözülmeye, “şehirler” ortaya çıkmaya başlamıştır. Yani, büyük mülkiyet bölünmüş ve ekonomik güç Papalığın kuklalarından, halkın desteklediği krallara geçmeye başlamıştır. Bu devrin belirleyici diğer özelliği iktidarın kaynağının “gökyüzünden yeryüzüne inmeye” başlamasıdır. Merkantilizm (Tacir kapitalizmi) devri olarak da bilinen bu devirde krallar, imtiyazlı ticaret karşılığı kendisine itaatkâr bir tacir sınıfı yaratarak, bunların desteğiyle ülkesi üzerinde mutlak hâkimiyet kurmuş ve kiliseleri kendilerine bağlamışlar; bunun sonucu olarak da Papalığın nüfuz alanını daha da daraltmışlardır.
Müteakiben, 18. yüzyıl Papalık için “çanların çalmaya başladığı” devir olmuştur. Artık sermaye kralı bile devirecek güce kavuşmuş ve kolektif devlet yapısı ile demokrasinin arkasına sığınarak “millî iradeyi” hâkim kılmıştır. İktidarın kaynağı artık sadece millettir ve hukuk “laik” nitelik kazanmıştır. Böyle olunca da kilise, millî devletin laik hukukunun kendisi için çizdiği alanla sınırlı serbest hareket edebilen bir müessese haline gelmiştir. Mesela, Fransız devrimi sonrasında Fransa’daki tüm kiliselerin mal varlıklarına devlet elkoymuş olmasına karşın, yurtdışındaki Katolik kiliseleri ve misyonerlik faaliyetlerini desteklemiştir. Diğer taraftan, Kapitalizmin yayılmasına paralel olarak, “materyalizm” yayılma göstermiş ve halk düzeyinde de Katoliklik sorgulanmaya ve taraftar kaybetmeye başlamıştır.
Refah devletinden sosyal devlete geçişte, “bireyin” üstün tutulmasından “ailenin” üstün tutulmasına geçilmiş ve ailenin sosyal ve siyasal rolü doğrultusunda Hristiyanlık, dolayısıyla kilise, yeniden önem kazanmış ancak yine de laik hukukun çizdiği sınırlar içinde kalmaya devam etmiştir. Devletin denetim ve gözetimi altında, sosyal hizmet sunan ama iç politikada siyasi bir role de sahip bir müessese haline gelmiştir.
Emperyalizm devrinde (19. yüzyılın ikinci yarısı ile 1945 arası dönem) Pozitivizm en üst düzeye çıktığından, devletler doğal hukuktan tamamen kopmuşlar ve kendilerini tutan hiçbir “bağ” kalmamıştır. Zira, milletler, dinî ve ahlakî değerlerden çok millî menfaatlerini üstün tutmuştur. Kıt kaynaklarla sonsuz ihtiyaçların karşılanması sorununda kıt kaynakların olabildiğince kendilerinin olması amacı baskın gelmiştir. Neticede Papalığın egemenliği de ortadan kalkmıştır.
Emperyalizm devrini zaferle kapatan dört büyük devletin (ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB), bir daha savaş çıkmaması ve ekonominin akışının kesilmemesi için kendilerini “dengeleyen” ve diğer devletleri de “hizada tutan” örgütsel çatılar altında iki “kutuplu” dünyada Papalığın da bir tercih yapması ve bir tarafta yer alması dolayısıyla, siyasi gücünü tamamen kaybetmesi ve siyasi güdüme girmesi sözkonusu olmuştur. Papalık, komünizmin yayılmasını önleyen ve çözülmesini sağlayan bir rol oynamıştır. Diğer taraftan, Batının kara para aklama merkezi olmuştur.
Soğuk savaş sonrasında Papalık, zaten “biçimsel” kalan önemini daha da kaybedip tamamen “sembolik” hale gelmiştir. Zira, ABD’nin “küresel hakimiyet” stratejisinde hedef Orta Asya ve Orta Doğu’dur ki, bu coğrafyada Katolik tesir bulunmamaktadır. Bu coğrafyada Müslüman olmayan kesim Ortodoks Hristiyan’dır ve bu nüfuzu kontrol altına almanın yolu da yönlendirilmeye müsait bir Ortodoks Patrikhane bulmaktan geçmektedir. Bunun için en ideali İstanbul’daki Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi görülmüştür. Zira, Rus Ortodoks Kilisesi kontrol edilemeyecek kadar güçlüdür. Ancak, Eyüp Kaymakamlığı’na bağlı ve sadece 5 bin Rum’un “kadük” kilisesini “dev aynasında” gösterip, biraz da tarihi “mistisizm” katarak dolduruşa getirmek ve kendine “minnettar” bırakmak kolay olacaktır.
Bir Patriğin Papa’ya denk konuma getirilmesi elbette Papa’nın kabullenebileceği bir durum olmadığı gibi, Türk devletinin ve diğer bölge devletlerinin vatandaşları üzerinde siyasi nüfuz kurması itibariyle devlet egemenliğini kaldıran ekümenikliğin Türk devleti tarafından kabulü de mümkün değildir. O zaman haçlılar ile Türkler bir centilmenlik anlaşması yaparak bu soruna bir çözüm getirirler mi zaman gösterecektir.