Kasım 2008

Ö T E S İ

 

29.03.2024 



Aykırı Bakış

 
Dr. Yusuf Gedikli

Demokrasi-Yerli humanizma-Yeniden yapılanma-Kurtuluş


Türk sağının favorilerinden Yahya Kemal bir şiirinde “Duy sen de biraz tanrı olduğunu” derken bunu az da olsa batı humanizmasının etkisiyle söylemiştir. Yahya Kemal başka bir şiirinde de şöyle der: ‘İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan / Bir sır gibidir az çok ilah olduğumuzdan.’ Tabii ki buradaki tanrı ve ilah kelimelerini mecaz anlamda düşünmek gerekir. Zaten Yahya Kemal milliyetçi ve mukaddesatçı bir şairdir.

Ülkemiz çoğulcu demokrasiyle yönetilmektedir. Doğrusunu söylemek lazımsa demokrasi, şu ana değin insan oğlunun geliştirdiği, mevcutların içerisindeki en iyi idare sistemidir. Zira demokrasi insan haysiyetine değer verir, insana zulmetmez; söz, fikir, hareket, teşebbüs özgürlüğü vardır. Demokrasilerin en iyi tarafı da budur, yani söz ve fikir özgürlüğüdür. Başka bir deyişle demokrasilerde ağzı olan konuşur. Bunun her rejimde olmadığı malumdur. Gerçi konuşulanların büyük bir kısmının değeri yoktur ama bu insanların konuşmasına mani olmayı gerektirmez. Tek başına bu bile insanın demokrasiyi benimseme ve savunmasına kâfidir. Zira hürriyet olmayan bir yerde hiç bir şey yeşeremez. Ayrıca söz, ifade, yazı hürriyeti, demokrasinin emniyet subabıdır. İnsanlar konuşarak enerjilerini tükettiği için deşarz olur, böylece rejime yönelik potansiyel tehdit ve tehlike de kendiliğinden ortadan kalkar. Hulasa biz şu an için demokrasiden daha iyi bir rejim göremiyoruz.
Demokraside herkes kendi inancını, rejime düşman olmamak, rejimi yıkmaya çalışmamak şartıyla yaşayabilir. Farklı söyleyişle demokraside herkes kendi şeriatini yaşayabilir (Şeriat kelimesini geniş manada kullanıyoruz).
Gerçi demokrasinin mafya-bürokrasi-iş adamı üçgeniyle zaman zaman yahut kimi zaman oligarşiye dönüştüğü bir gerçektir. Lakin yine de söz ve yazı hürriyetinin olması, insanların korkusuz ürküsüz yaşaması demokrasiyi vazgeçilmez kılmaktadır.
Demokrasi kelimesi demostan gelir. Bu kelime eski Yunancada, halk topluluk, millet manasındadır. Arapça karşılığı cumhurdur. Cumhuriyet bu köktendir. Cumhura dayalı ve cumhur tarafından seçilenlerin idare ettiği rejim demektir. Seçimsiz rejimler cumhuriyet olarak kabul edilmez. Seçim cumhuriyet rejimlerinin olmazsa olmaz şartıdır. Lakin her cumhuriyet rejimi demokrasi demektir genellemesinde bulunamayız. Eski doğu buloku ülkelerinin hepsinin adında cumhuriyet, hem de halk cumhuriyeti tamlaması vardı. Fakat hepsi de diktatörlük, zulüm, baskı ve devlet terörüne dayalı rejimlerdi.
Demokrasilerin en önemli vasıflarından biri de halka dayalı olmaları, halkın görüş, düşünce, isteklerini uygulamalarıdır. Bu, idarenin halkın her dediğini yapması anlamına gelmez. Zaten böyle bir şey mümkün değil, doğru da değildir. Ancak rejimin halkın dediğinin, istediğinin büyük bir kısmını yerine getirmesi zaruridir. Bu da iki türlü olur. Ya rejim halka büyük ölçüde uyar, ya da halk isteğini dile getirir, yaptırır. Karşılıklı yazılı veya sözlü bir toplum sözleşmesi vardır veya var kabul edilir.
Bunların her ikisinin olması için sosyal, iktisadi, kültürel temelin, zeminin olması gerekir. Türkiyede ise bunun tam tamına mevcut olduğu söylenemez ve zaten sıkıntı da bu noktada başlamaktadır. Devlet milleti hiçe saymaktadır. Millet devlete baskı yapma kültür ve imkânına sahip değildir. Milletin yüzde 99’unu teşkil eden kitle ve güya onun aydınlatıcısı olan aydınlar son derece pasif, uyuşuk, eyyamcıdır; tabiri caizse gününü gün etmekle, ömrünü laklakla geçirmekle meşguldür.
Devletin ve milletin bu hususlardaki tavrını daha evvelki yazılarımızda masaya yatırmıştık. Şimdi üzerinde durmak istediğimiz husus, halkın ve kendini aydın sayanların uyuşukluktan, pasiflikten, tembellikten, başka bir deyişle Oblomovluktan nasıl kurtulacaklarını ve nasıl etkin güç, yani aktif vatandaş haline geleceklerini masaya yatırmaktır.
İmdi burada biraz duralım ve tarihe bakalım:

Humanizma, rönesans, reform…
Ta ilk okul kitaplarında bu terimleri duyarız. Fakat bunlar hakkında vatandaşı bir tarafa bırakalım, kendisini aydın sayanlar bile fazla bir şey bilmez. Bu yüzden anılan terimlerin manaları hakkında özet bilgi vermemiz gerekir.
Humanizma, 14. asırda İtalyada başlayan ve sonra Avrupa ülkelerine yayılan felsefi bir harekettir (1940-50’li yıllarda sonu -izm ile biten terimler –izma şeklinde yazılıyordu ve bu Türkçeye daha uygundu). Latince homo “insan”, human “insani” demektir. Humanizma bu kökten türetilmiştir. Kilise iskolastizmine tepki olarak doğmuştur. Esas maksadı orta çağda kilise tarafından baskı altına alınan insanın iradesini, zihnini, aklını iskolastiğin pırangalarından kurtarmak, insanı hürriyete kavuşturmak ve nefes almasını sağlamaktır. Kısaca insanı özgürleştirmek, bağımsızlaştırmak, insanın kendisini isbatlamasına, kendi kendisini gerçekleştirmesine imkan vermek gayesini güder. Humanizma insanı adeta ilahlaştırır. “Gerçek amacı insan oğlunu evrenin merkezine yerleştirmek, insan ruhuna evrensel ile geçici arasında bir bağlantı niteliği kazandırmak ve yer yüzünü ruhun bir uygulama alanı görmektir.” Bu hususta verilen ilk eserler “İnsan oğlunun saygınlığı ve üstünlüğü”, “İnsan saygınlığı üzerine” adlarını taşır. Humanizma insan oğlunun evrendeki yerini tesbiti zorunlu görür. Humanizmada küçük evren, büyük evren terimleri vardır. Luther her iki evren arasındaki bağlantıyı insanla Tanrı arasında düşünür. Humanist sanatçılar çıkış noktalarını yine kutsal kitaptan almışlar, oradan insanın aşk ve sair özelliklerine atlamışlardır. Çoğu zaman dinî ve la-dinî mevzuları sentezlemişlerdir. Humanizma ferdiyetçi ve demokrattır. Hedef insanın daha iyi, daha rahat, daha güzel bir dünyada yaşamasıdır.
Bilahare bir çok ideoloji ve teşkilatın kullandığı “hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet” humanizmanın sonuçlarındandır.
Humanizma, pek çoğunun sandığı gibi ateist veya din dışı değildir, fakat dini hakiki şekilde anlamayı amaçlar. Dinden faydalanmış, dinî ve dünyevi arasında uyuma ve senteze varmıştır.
Humanizma edebiyat, sanat, mimari ve müzikte akis bulmuştur ki bunların bütününe rönesans (yeniden doğuş) adı verilir.
Humanizmanın dinde yol açtığı hareket reform olarak isimlendirilir. Reform, İncilin yerli dillere çevrilmesiyle daha da hız kazanmıştır.
Humanizmanın birincil ve esas anlamı burada özetlediğimiz ilkelerdir, yani insanı özne kabul etmek, insanı birincil ve merkez kılarak onu tabiatın, uzayın efendisi haline getirmektir. Başka türlü söylersek aktif insan olmaktır.

Humanizmanın ikincil ve üçüncül anlamı
Humanizmanın ikincil anlamı, orta çağ Avrupasında hemen hemen din dışı hiç bir yazılı eser olmadığı için antik çağ (Yunan-Latin) eserlerini incelemeye yönelmesidir. Çünkü sanatçı ancak bu şekilde orta çağ karanlığından, kilise baskısından kurtulabilecekti. Nitekim antik çağın eserleri biçimde (nazım şekilleri) ve içerikte sanatçılara yeni yollar ve ilhamlar verdi. Antik kültürle Hıristiyanlık arasında bir senteze varıldı.
Humanizmanın üçüncül anlamı halk Türkçesinde kullanılan insancıllıktır. Doğal olarak humanizma felsefesi ve hareketi orta çağ iskolastiğini yumuşatmış, Hıristiyan olmayan diğer insanlara daha müsamahalı bakışa yol açmıştı. Lakin bu hüküm yanlış anlaşılmamalıdır. Birincil insan tabii yine kendisidir. Sadece eskiye göre nisbi bir yumuşama vardır.

Türkiyede humanizma uygulamaları
Türkiyede Atatürkün ölümünden sonraki kültür politikasında humanizma felsefesi hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Bu politikanın mucidi Nurullah Ataç, aktif tatbikçisi Hasan Ali Yücel ve yine Nurullah Ataçtır. Himayecisi ise zamanın cumhurbaşkanı İsmet İnönüdür.
Ancak Türkiyedeki humanizmada terimin esas ve birincil anlamı olan “insanın yüceltilmesi” ikinci pilana itilmiş, terimin ikincil anlamı olan Yunan-Latin kültürünü öğrenme ve bu yoldan materyalist bir insan tipi yetiştirme ön pilana alınmıştır. Bu politika 1938’den, tam olarak 1941’den başlatılmış, 1965’lere kadar gelmiştir. Bu tarihten sonra eğitimde dinî ve milli ögelere yer verme başlamıştır ama atı alan da Üsküdarı geçmiştir (Tam tamına Allah kelimesinin karşılığı olan Tanrı kelimesi bu politikayla sulandırılıp Yunan tanrıları (!) şekline sokulmuştur. Daha önce pek çok kez yazdığımız gibi Türkiyenin bugünkü duruma gelmesinde bu kültür politikası birincil etkendir. Ancak arkadaşlarımızın çoğu bunu bilmediği için ‘Türkiyeyi Türkler yönetmiyor’ sonuç-savını ileri sürer. Şimdi bu mevzuya bu kadar geniş yer vermemizin bir sebebi de mevzunun ileride yazmayı düşündüğümüz Yunancı-Latinci kültür politikası için bir girizgah teşkil etmesinden dolayıdır).

Yerli bir humanizma mümkün olabilir miydi?
Olabilirdi. Humanizmanın yerli versiyonunu kurmak mümkündü. Kur’an-ı Kerim zaten insanı kâinatın en şerefli mahluku ve Allahın halifesi sayar. Tasavvuf felsefesi insanı neredeyse ilahileştirir. Şeyh Galibin “Hoşça bak zatına kim zübde-yi alemsin sen / Merdüm-i dide-yi ekvân olan âdemsin sen” (Kendine hoşça bak ki sen alemin özüsün, en kıymetlisisin / Varlıkların göz bebeği olan insansın) beyti insana verilen değeri gösterir. Buna benzer örnekleri tasavvuf ve tekke edebiyatından ve başka Türk eserlerinden yüzlercesiyle göstermek mümkündür.
Türk sağının favorilerinden Yahya Kemal bir şiirinde “Duy sen de biraz tanrı olduğunu” derken bunu az da olsa batı humanizmasının etkisiyle söylemiştir. Yahya Kemal başka bir şiirinde de şöyle der: ‘İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan / Bir sır gibidir az çok ilah olduğumuzdan.’ Tabii ki buradaki tanrı ve ilah kelimelerini mecaz anlamda düşünmek gerekir. Zaten Yahya Kemal milliyetçi ve mukaddesatçı bir şairdir.

Yerli humanizma için camilerde yeniden yapılanmaya, hutbe ve vaaz devrimine ihtiyaç var
Camilerde hep öbür dünyadan söz edildiği malumdur. Bugüne kadar hiç bir din alimi çıkıp da “Hayır hoca efendi, şu ana kadar hep ahiretten bahsettiniz, onlardan yine bahsediniz, ama artık biraz da dünyadan, dünya işlerinden bahsediniz” demedi. Halbuki hocalar doğruluk, dürüstlük, günahlardan sakınma ve sairenin yanı sıra cemaate şunları da söylemeliydi:
“Ey cemaat! Biz niçin böyle zelil duruma düştük biliyor musunuz? Hep ahiretle yattık kalktık, bir lokma bir hırka felsefesiyle yaşadık da ondan. Bütün dünya böyle düşünse mesele yok. Ama elin oğlu her gün yeni bir buluş, yeni bir keşif yapıyor. Başını almış gidiyor. Biz ise fakir, zelil, düşkünüz. Onlarla yarışabilmemiz için zengin, güçlü kuvvetli olmamız lazım. Her gün bir çok şey icat etmemiz lazım. Fabrikalar kurmamız, oralarda yüzlerce binlerce kişi istihdam etmemiz lazım. Milyarlarca dolarlık ihracat yapmamız lazım. Lakin bunları yaparken de dürüst, yardım sever olmamız lazım, vergimizi, zekâtımızı vermemiz lazım. Bir çok hayır ve vakıf işlerinde bulunmamız lazım. Dinimizi, milletimizi, devletimizi ancak böyle yükseltebiliriz. Haydi çalışmaya.”
Böyle yapılması gerekirdi ama böyle olmadı, devlet de dini sürekli devre dışı tutmaya çalıştığı için böyle yapılmasını düşünmedi, istemedi. Lakin hiç olmazsa diyanet yetkilileri, bazı aydınlar ve din alimleri bunu düşünmeliydi.
Böyle denilseydi bizim de kendisine, milletine, kültürüne saygılı ve hatta sevgili yerli burjuvazimiz olurdu. Olması gerekirdi. Şimdiki burjuvazi gibi AB, ABD’nin işbirlikçi burjuvazisi olmazdı. Böyle zelil, böyle “eli kolu bağlı kalmazdık.”
Böyle yapsaydık, ekonomiden kaynaklanan bazı ahlaksızlıkların da önüne geçmiş olurduk (Tabii ki bütün suçlar ekonomik kökenli değildir).
Ama hâlâ vakit geçmiş değil. Yerli humanizmamızı hâlâ kurabiliriz.
Yaklaşık yüz yıl önce, 1908’de şehir-i seyyah Abdürreşid İbrahim Efendi (1857-1944), İdil nehrinde seyahat ederken rasladığı Çistaylı bir hocaya camide sadece ahiretten bahsettiği için kızmış, Müslümanları aynı zamanda kazanç ve kâra teşvik etmesi gerektiğini söylemişti (A. İbrahim, İslam Dünyası ve Japonyada İslamiyet, İstanbul 1987, 1. c., 75. s.).
Abdürreşid İbrahim, Kur’an-ı Kerimin bir çok ayetinde geçen “seyahat ediniz” mealindeki ayetlere uyarak İslam ve Hıristiyan dünyasının büyük bir kısmını gezmiş, 1912 ve 1914’te yayımladığı yukarıda zikredilen iki ciltlik eseriyle büyük bir dalgalanma meydana getirmiş, bu sebeple kendisine şehir-i seyyah (meşhur seyyah) denilmişti.
Şayet Müslümanlar “seyahat edin” mealindeki ayetlere uysaydı, coğrafi keşiflerin büyük bir kısmını Müslümanlar yapmış olurdu.

Niçin böyle olmalı?
Çünkü İslam dünyası ve tabii Türkiye bir kaç asırdan beri batı karşısında haysiyet kırıcı, zayıf, zelil bir duruma düşmüştür. İslam dünyasının ve diğer geri kalmış ülkelerin bulundukları vaziyetten kurtulmaları için bilimde (evet en başta bilimde), sanayide, ticarette ve bunlara bağlı olarak kültürde, sanatta ilerlemelerinden başka çare yoktur. Aksi takdirde bugünkü duruma düşersiniz. Bir Filistin, bir Keşmir, bir Kıbrıs, bir Karabağ, bir Irak, bir İran meselesini halledemezsiniz. Ya masalarda zılgıt yiyip yerinize oturursunuz yahut füze yiyip iki paralık olursunuz ve dolayısıyla vasal devlet haline gelirsiniz.
Burada mesele para kazanmak için zengin olmak değildir. Öyle düşünürsek zaten kimse acından ölmüyor. Öyle veya böyle geçiniyor, yaşıyor. Mesele büyük, güçlü, kuvvetli olmaktır, zelil olmamaktır. İşte gördük ve görüyoruz. Geçenlerde 5 milyon nüfuslu Danimarka 2 milyara yakın nüfusu olan İslam alemini hiçe saydı. Başkalarının ufak tefek hatalar için dilediği özrü bile gereksiz gördü. Neden? Çünkü hiç bir gücünüz yok da ondan. Niteliksiz, yani puroleter insanlar ise ancak tarım veya inşaatlarda veyahut sokaklarda işe yarar.
Bütün bunları aşmamız için uyuşukluğu, pasifizmi, tembelliği, havaleciliği, kaderciliği, insan iradesini yok saymayı üzerimizden atmamız lazımdır. Artık işlerimizi Yüce Allaha havale edip günaha girmeyelim veya devlete havale edip kolaycılığa kaçmayalım. Büyük devlet şövenizmine ve tarihe sığınmayalım. Biraz zahmete girelim. Mesleğimiz ne ise onda en iyisi, en başarılısı olalım. Şirketler, holdingler, iş yerleri kuralım. Fabrikalar zinciri kurup yüzlerce binlerce kişiyi istihdam edelim. İhracat yapıp milyarlarca doları ülkemize getirelim. Hangi bilim dalı olursa olsun araştıralım, bulalım, bilim kitaplarına Türklerin adını yazdıralım. İnsan isterse bunu başarabilir. Zira insan iradesinin elinden hiç bir şey kurtulmaz. Yukarıdaki yerli humanizma bölümünü bunun için yazdık.

Netice
Tekrar yazımızın çıkış noktasına dönelim: Sorunsalımız şuydu: Millet olarak toplumda nasıl etkin olabiliriz, devleti nasıl etkileyebiliriz? İşte cevabı: Felsefi açıdan insanı özne gören yerli humanizma, yani aktif insanla bilimde, sanayide, ticarette, kültürde, sanatta ileri olduğumuz zaman. O zaman hem toplumda etkin olacağız, hem devleti etkileyeceğiz, hem devleti demokratik yollarla ele geçirip yeniden yapılandıracağız. O zaman batıya giden geminin dümenini ele geçirip devleti tabii rotasına sokacağız.
Haydi arkadaşlar; haydi genç kızım, haydi delikanlım iş başına!


ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002