Türkiye’de medyanın etkisi ve bu etkinliğin dağılımı, siyasi tablo ile doğrudan ilgilidir. Ülkede yüzde 65-70 oranındaki oy potansiyeline rağmen, sağ (kavrama takılıp kalmayın tüm milliyetçi ve muhafazakârları kastediyorum) asla ‘iktidar’ olamadı… İşin o bölümünü siyaset bilimcilere bırakıyorum ki, aynı ‘sağ’ın bir amip misali sürekli parçalanmasını izah edecek babayiğit çıkar mı bilmem?
22 yılı geride bırakmışız… ‘Ilgaz Babacan’ imzasıyla ilk yazım, Erhan Öztunç’un çıkardığı ‘Yeniden Diriliş’ gazetesinde yayınlanmıştı… Gazete sınırlı sayıda insanın gayretiyle çıkarıldığı için, hepimize çok iş düşüyor, biz de üçer beşer takma isim kullanıyorduk… Ilgaz Babacan da o günlerden kalma…
Ufuk Ötesi’nin Şubat 2006 tarihli sayısında Cem Sökmen ile Bayram Akcan’ın yazılarını okuyunca, kendi kendime “ne değişmiş” sorusunu sormaktan edemedim…
O iki yazıda kırgınlık ve kızgınlık kadar, bir şeylerin artık deşifre edilmeye başladığını da gördüm.
İster ‘faydasız çırpınışlar’ deyin, ister ‘buna da şükür’… O sizin ruh yapınıza, hayattan beklentinize kalmış… Kendi hesabıma çıkardığım sonuçları burada sizinle paylaşmak ve Ilgaz Babacan’ın yazı macerasına bir son vermek istiyorum…
Çıkardığım derslerden ilki şudur:
Türkiye’de medyanın etkisi ve bu etkinliğin dağılımı, siyasi tablo ile doğrudan ilgilidir. Ülkede yüzde 65-70 oranındaki oy potansiyeline rağmen, sağ (kavrama takılıp kalmayın tüm milliyetçi ve muhafazakârları kastediyorum) asla ‘iktidar’ olamadı… İşin o bölümünü siyaset bilimcilere bırakıyorum ki, aynı ‘sağ’ın bir amip misali sürekli parçalanmasını izah edecek babayiğit çıkar mı bilmem? Aynı şekilde parti koltuklarını ‘müebbet’ rehin alan ‘liderler’in bağlantılarını irdeleyecek, köklerine inecek ‘akademik’ zevat var mıdır, bilmiyorum… Örneğin biri ‘sağ’da diğeri ‘sol’da olan Ecevit-Demirel ikilisinin, yaşam tarzları itibariyle birbirlerinden farkları var mıdır? Bana sorarsanız, Ecevit daha ‘sağda’ bir hayat sürmektedir.
Ben naçizane medyaya döneceğim… Gerek Cem Sökmen’in gerekse Bayram Akcan’ın yazılarında ‘sol’ diye adlandırıp, taraflı davranmakla suçladıkları o medya ki, bize bugüne kadar öğretilen anayasal rejimlerin Türkiye’ye özgü yapısını verir… Bilirsiniz o anayasal rejimlerde erkler ayrımı, ‘yasama, yürütme, yargı’ diye yapılır… Türkiye’ye gelince kazın ayağı hiç de öyle değildir…
Yapı öylesine kurgulanmıştır ki, yasama, yürütme, yargı ayrımının yerini, ‘hükümet, matbuat, korku’ almıştır… Dahası burada eşit bir güç ayrımından da söz edilemez… Yıllar önce Erol Simavi’nin ‘Birinci güç’ imâsını hatırlayınız…
Nasıl oy potansiyelinde sağ yüzde 70’lik bir paya sahipse, medyada da solun yüzde 70’lik bir ağırlığı vardır.
Şimdi burada durup, Kadıköy vapurunda seyyar satıcılık yapan ‘Burhan Pazarlama’ gibi sorayım:
Bitti mi?!!!
Bitmedi, o sağ diye bildiğimiz medyaya bir göz atalım… Örneğin Ilıcak’ın Tercüman’ı… Bir dönem Güneri Cıvaoğlu ile Hakkı Öcal’ın kaptan köşkünde oturdukları vaktiyle merkez sağın tek gazetesi… İçinde daha sonra Rahmi Turan’a ilham kaynağı olacak bir Bulvar barındıran Tercüman’a…
Ben sadece bir örnek verdim… Varın öteki ‘sağ’ gazetelerin başında, dümeninde kimlerin bulunduğuna bir de siz göz atın…
Dönelim ‘sol’a ve bu kez şu soruyu soralım: Bugün zorla ayakta duran Cumhuriyet gazetesinin Ankara Temsilciliğinden geçmiş kaç isim, halen yüksek tirajlı gazetelerin tepe noktasındadır? Yoklayın, ilgi çekici sonuçlar bulacaksınız…
Bir başka ilgi çekici bulgu da şu olacaktır: Bizim sol diye adlandırdığımız birçok isim, kafa itibariyle Marksist, yaşadığı hayat itibariyle kapitalisttir. Haklarını yemeden söylemem gerekiyor ki, kafası ve yaşantısını Marksizm’e uyarlamış birçok usta kalemin durumu içler acısıdır… Yoksa öbürleri ettikleri lafa bakmadan akşamları birer kadeh viski devirip, uzun filtreli Amerikan sigaralarının dumanını savurmaktadırlar…
Bugün bir sağ ‘matbuat’tan bahsetmek için biraz edep sahibi olmak gerektiği kanaatindeyim. Bütün zaafları, örgütlenmeleri, uzak ve yakın hedefleri devletçe bilinen birkaç cemaatçi eğer sağı temsil ediyorsa ona bir şey diyemem…
Geldiğimiz noktada ise…
Görünürde bir sağ basın yoktur. ‘Kendi sesinin yankısından korkan’ tirajı kaale alınmayan birkaç gazete ve dergi ise sürekli maniple edilmekte ve 1980 öncesinde solun arkasına sığındığı kavramların ‘gönüllü savunuculuğunu’ yapmaktadırlar... Başka bir deyişle, ‘mezarlık bekçiliği’ni yürütmektedir…
Türkiye’ye özgü güçler ayrımının son ayağı ‘korku’ya gelince…
Bunun tarifi, tanımı, zaman, zemin ve konjonktüre göre değişiklik arz etmektedir… Örneğin ‘Bu kış komünizm gelebilir…’ O tutmadı mı, ‘İrtica hortlayabilir…’ Daha da olmadı mı, ‘Irkçılık yükselir…’ altına sizler de bir şey yazabilirsiniz…
Fakat şunu gördük ki, varoştaki garibanın yüreğini ağzına getiren ve birbirine düşürten bu ‘korkular’ üst tabakada hiçbir yan etki yapmıyor… Yukarıdaki korkulardan tırsıp da ülkeyi terk etmiş tek bir komprador gören olmadı… Fakat beş bin evladını toprağa gömen anaların feryadını hep âşinaydık…
Sonuç olarak, ‘biçilmiş rolleri’ sobelemek bir işe yaramıyor… Yollar sağdan da soldan da gitsek, bizi aynı noktaya ulaştırıyor: Böl, parçala, yönet… Sanal ayrımların fitiline bir kibrit çakmak yetiyor, üç beş bin mutlu azınlığın saltanatı için.
Bu düşüncelerle yazıma son verirken, Büyük Türk Milleti’nin geleceğine dair umutlarınızın her şeye rağmen sürmesini diliyorum…