Aradan yıllar, yüzyıllar geçti. İki dünya savaşı yaşadık. Belgesellerde cangılda ilkel kabile kalıntıları görsek bile, yeryüzünde artık ıssız adalar kalmadı... Uygarlığa koşut olarak Cumalar da gelişti, kentlileşti. Cumalar artık yalnızca kabileler değil, ülkeler, devletler, şirketler yönetiyor. Entelektüel cumalar, yazarçizer cumalar, bürokrat cumalar, siyasetçi cumalar, diplomat cumalar kol geziyor.
İngiliz yazar Daniel de Foe’nin Robinson Crusoe romanını okumayanımız yoktur. 1661-1731 yılları arasında yaşayan yazar başka kitaplar da yazdı ama günümüze kadar ulaşan şöhretini Robinson’a borçludur. Romanın sayfalarına daldığınızda evinizden, çevrenizden kopup okyanusun bilinmez bir noktasındaki Robinson’un ıssız adasına kadar ne zaman uzanıverdiğinizi anlayamazsınız. Sayfalar ilerledikçe Robinson’la birlikte ıssız adada günler geçirip, sonra yeniden nasıl evinize, sıcak köşenize döndüğünüzü de anlayamazsınız.
Biz yine kısaca özetleyelim isterseniz:
Okyanusta geçirilen bir deniz kazasında gemi mürettebatı ve yolculardan yalnızca kahramanımız Robinson Crusoe kurtulmayı başarır, sahile ulaşır. Burası koca okyanus ortasında, kendisinden başka insanın yaşamadığı ıssız bir adacıktır. Fırtınada kayalıklara bindiren gemiden kurtarabildikleriyle ıssız adada vereceği yaşam savaşına başlar. Öncelikle barınabileceği bir kulübe yapar. Giderek bunu geliştirir. Adada evcilleştirdiği keçilerin etinden, sütünden, derisinden yararlanır. Toprağı işler, buğday eker, çiftçilik, hayvancılık, avcılıkla yaşamını sürdürür. Kurtarılacağı, yeniden uygar dünyaya döneceği günün hayaliyle yaşarken bir yandan da ıssız adada Batılı beyaz adamın yeteneklerini sergiler. Kendine göre takvim, zaman çizelgesi yapar. Yaşam düzeyini yükselten çabalar içinde olur. Batılı beyaz adamın ıssız adada tek başına uygar dünyanın temsilcisi olarak doğayla mücadelesini ve başarısını hayranlıkla izleriz.
Günün birinde ıssız adaya bir sal yanaşır. Sahile çıkan zenciler içlerinden birisini öldürmek üzereyken Robinson ateş ederek kötü zencileri kaçırır, öldürülmek üzere olanı da kurtarır. Kendisine can borçlu olan zenciyi hizmetine alır. Kara deriliyi Cuma günü kurtardığı için ona CUMA adını verir. “Bu zencinin adı yok muymuş!” derseniz ben de size “münafıklık yapmayın da sonunu dinleyin ey kaari” derim. Robinson bizim Cuma’ ya kendisine hizmet etme şerefini bahşeder. Cuma Efendi Sahip’ in bir dediğini iki etmez, iyi bir zenci olur...
Neyse at ayağı çabuk, ozan dili çevik olur, tam tamına 28 yıl geçer, sonunda Robinson’umuz uygarlaştırdığı ıssız adadan esas uygar dünyasına, Britanya’ ya döner.”
Romanın yazıldığı dönem İngiliz emperyalizminin palazlanmaya başladığı, Atlas Okyanusu’nda, Pasifik’te bayrak ve bandıra göstermeye başladığı dönemlere denk gelmektedir. İngiliz Krallığı hükmünü Britanya dışına taşırmaya, kıta büyüklüğünde karalara, okyanuslara hükmetmeye başlamıştır. Henüz sanayi kapitalizminin şafağındadır ama sömürge imparatorluğunun birinci dönemi tüm görkemiyle başlamaktadır.
İşte böyle bir dönemde yazılan roman İngiliz Kızıl Elma’sının ufuklarını çizmektedir. Britanya Krallığının Anglosakson yurttaşlarının yayılmacı ihtiraslarını kamçılamaktadır. Dünyanın bütün karaları, denizleri, bakir, zengin, ıssız adalar, Batılı, Hıristiyan, beyaz efendiyi beklemektedir. Deri rengi siyah olsun, kırmızı olsun beyaz efendiye bağımlılığı reddeden kötüler tepelenecek, beyaz efendiye itaat eden Cuma’ların hizmet sunmasına izin verilecektir!
Robinson Crouse’de verilen mesajın benzerlerini başka romanlarda, filmlerde de çok görmüşüzdür. Uygarlıktan uzak cangılda, tropik ormanlarda yetişen beyaz adam, yani Tarzan insan olsun, hayvan olsun tüm canlılara ve doğaya hükmeder. İyi yerliler beyaz adama hizmet eden, yükünü taşıyan, ayak hizmetini görenlerdir. Kötü yerliler ise Efendi Sahip’e hizmet ve hürmette kusur edenlerdir ve bunlar cezalandırılırlar.
Hindistan’ın Birleşik Krallık sömürgesi olduğu döneme ilişkin çoğu romandaki gizemli, çarpıcı, egzotik doğu dekorunda, İngiliz soylularına hizmet eden yerlilere de biraz yer verilir. Kıta büyüklüğündeki Hindistan’ın çarpıcı dekorunda geçen romanlarda her İngiliz’in övünç hanesine düşecek bir şeyler bulunur.
Aradan yıllar, yüzyıllar geçti. İki dünya savaşı yaşadık. Belgesellerde cangılda ilkel kabile kalıntıları görsek bile, yeryüzünde artık ıssız adalar kalmadı... Uygarlığa koşut olarak Cumalar da gelişti, kentlileşti. Cumalar artık yalnızca kabileler değil, ülkeler, devletler, şirketler yönetiyor. Entelektüel cumalar, yazarçizer cumalar, bürokrat cumalar, siyasetçi cumalar, diplomat cumalar kol geziyor.
Yüzyılların deneyimiyle daha ince yöntemler keşfeden günümüz emperyalizmi Cumaları eğitti, giydirdi kuşattı, uluslararası sermayenin yerli işbirlikçileri olarak plazalara, gökdelenlere, siyasetin zirvelerine taşıdı. Her renkten, her etnik gruptan, her siyasal kesimden, her dinsel inanıştan, her cemaatten cumalar derin bilinçaltlarına kazınan Cumalık içgüdüsüyle yapması gerekenleri yapıyorlar...
Cumalar farklı siyasal geleneklerden, farklı inanışlardan, farklı etnisitelerden gelseler bile birbirleriyle sonsuz bir uyum içindedirler. Kökten dinci cumayla ateist cumanın, etnikçi cumanın resmi tarihe ve derin devlete karşı göz yaşartıcı dayanışmasında bu nedenle yadırganacak bir şey yoktur.
Son yıllarda bizim Cumalar sivil toplumcu takılıyorlar. Resmi olan, ulusal olan her şeye karşılar. Fakat Atlantik ötesinin ve AB’nin resmî ve ulusal talimatlarına selam duruyorlar. Malumdur ki; Cumaların genetik kodlarında, DNA’larında efendiye hizmet, kötü zencilere husumet vardır!..
Günümüzün kötü zencileri de ulus devletlerdir. Ulus devleti, üniter yapıyı savunmak, emperyalizme, küreselciliğe, teslimiyet çağrılarına karşı milliyetçi ve millî bir duruş içinde olmak kötü zenciliktir.
Cumaların şu günlerde adliye mesaileri çok yoğun. Yargılanan eski omuzdaşları, kapı yoldaşları, yandaşları etnikçi Cumalar için adliye salonlarını, koridorlarını dolduruyorlar. AB’den gelip duruşma salonlarına kadar girip yargıç kürsüsüne tehditler yağdıran efendi sahiplerin önünde, ardında, yanında kan ter içinde sadakatlerini ispata çalışıyorlar.
Bizim Cumaların kötü zencilere, kötü yerlilere karşı duruşlarını, efendilerine sadakatle hizmetlerini tarih kuşkusuz lâyık olduğu şekilde değerlendirecektir. Tıpkı mirasçısı oldukları, izinden gittikleri Artin Kemaller, yani önceki Cumalar gibi...