Bütün Anadolu’nun kaderini değiştiren 1071 Malazgirt Savaşının ardından yolların kavşağında gelen geçen kervanlara ev sahipliği yapan küçük yerleşim yeri artık şehir olmaya başlamış, yıllar geçtikçe gücüne güç, ihtişamına ihtişam katmıştır. Buna rağmen sahipleri hızla değişmeye devam etmiş, özellikle Selçuklular ve Danişmentoğulları arasında defalarca gidip gelmiştir.
Sivas’ın kuşkusuz doğal güzellikleri, ikliminin getirdiği çeşitlilikler, insanlığa adeta hediye edilmiş şifalı kaynakları tartışmasız ününü sağlamıştır. Bütün bunların yanında ise Sivas Türk-Selçuklu ince sanatının doruklara çıktığı, taşın insan elinde işlenirken, bezenirken ne harikalar meydana getirebileceğini anlatan bir açık hava müzedir. Bir camide veya bir şifahanede, herhangi bir duvarın üzerinde, küçücük bir duvar işlemesine bakarken sizi yüzyıllar öncesine götürebilir. Bir anda etrafınızda gelip geçen kervanların çıngıraklarını, üstünde Selçuklu beylerinden birini taşıyan bir atın kişnemesini duyabilirsiniz.
Kuşkusuz Sivas tarihi Selçuklular ile başlamaz ama Selçuklu döneminde yazılmıştır. Daha öncesine dönersek; M.Ö 5000 yılına kadar uzanan buluntular elde edilmiş, M.Ö 2000 yıllarında Hititlerin bölgede görülmesi ile akıcı tarihi başlamış olmuştur. Hititlerin ardından Frigleri ve Lidyalıların ünlü kral yolunun izlerini takip edebiliriz. Tüm Mezopotamya ve Anadolu’nun kronolojisine uygun olarak peşi sıra Pers satraplığı olmuş ve ardından Roma imparatorluğuna bağlanmıştır. Romalılarca Sivas isminin kaynağını oluşturduğu düşünülen Sebasteia kullanılmıştır. Hemen burada belirtmek gerekir ki; kaynaklarda şehrin adının üç değirmen anlamında kullanılan Sebast kelimesi ile de bağlantılı olduğuna dair bilgi bulmak mümkündür. Bütün Anadolu’nun kaderini değiştiren 1071 Malazgirt Savaşının ardından yolların kavşağında gelen geçen kervanlara ev sahipliği yapan küçük yerleşim yeri artık şehir olmaya başlamış, yıllar geçtikçe gücüne güç, ihtişamına ihtişam katmıştır. Buna rağmen sahipleri hızla değişmeye devam etmiş, özellikle Selçuklular ve Danişmentoğulları arasında defalarca gidip gelmiştir.
Bu yönetim istikrarsızlıkları 1175 yılında II. Kılıçarslan tarafından sona erdirilerek Sivas’ın başkent olarak imparatorluğu taçlandırdığı dönem başlamıştır. Bu tarihten sona şehir genişledikçe genişlemiş, her köşesi zarafet timsali yapılarla süslenmiştir. Sadece idarî bir başkent değil, bilim ve sanatın merkezi olmuş, ünü dört bir yana günden güne yayılmış, çok uzaklardan insanları eğitmek için, şifa bulmak için kendine çekmiştir. Bu yüzyılların yadigârı kalmış onlarca medrese arasında en büyük olan üç medrese ise birbirleri ile yarıştırılmak için inşa edilmiş, her biri birbirinden ihtişamlı ve bir o kadar da zariftir.
Sivas 13.yüzyılın ikinci çeyreğinde (1243) Anadolu Selçukluları ile İlhanlılar arasında yapılan Kösedağ savaşı (Suşehri-Zara ilçeleri arası) sonrası, İlhanlı hâkimiyetinde kalmıştır. 1271 yılında İlhanlı veziri Mehmet Cüneyni tarafından yaptırılan Çifte Minareli Medreseye karşı, Selçuklu veziri Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından aynı yıl Gök Medrese yaptırılmıştır. 1271 yılında yapılan üçüncü medrese (Buruciye Medresesi) ise Sivas’ın ileri gelenlerinden, aslen Hemedan (İran) yakınlarındaki Burucird şehrinden Muzaffer Burucirdi tarafından pozitif bilimlerin okutulması amacı ile yaptırılmıştır. İçinde yaptırıcısının ve ailesinin türbelerini barındıran medrese iki katlı dört eyvanlı aynı zamanda her bir taşı dantel gibi süslemelerle doludur. Bu medresenin diğer bir özelliği yaptıranın ağzından sözlerin günümüze nakledildiği kitabesindedir.
“Allahım beni sana yaklaştıracak bir amelim, onunla sana yol bulacağım bir sevabım yok. İhtiyacım, yalnızlığım, yokluğum perişanlığım çok arttı. Garipliğime merhamet et. Bu çukurumda bana yoldaş ol.” Sözleri ile başlar. “Kim benim bu türbemi değiştirir, mezarımı tebdil ederse onun düşmanı sensin. Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların gazabı onun üzerine olsun” diyerek biter. Diğer medreseler ise en az Buruciye kadar güzeldir. Taç kapısı üzerinde yükselen iki minaresi gök mavi çiniler ile bezenmiş, Gök medrese adını bu çinilerden almıştır. 1271 yılında yaptırılmıştır. Aynı yıl inşa edilen Çifte Minareli medresenin ise bugün sadece doğu cephesi ayaktadır. Klasik medreselerdeki Selçuklu imzası olan taç kapı üzerindeki ikiz minareler bu medresede tüm ihtişamı ile ayaktadır ve ismini de buradan almaktadır.
Bu üç yapı birer yakut ise. Başlarında ki büyük zümrüt taşı kuşkusuz üzerindeki ince ince işlenmiş, adeta dokunmuş kabartmaları ile Divriği camii ve şifahanedir. Camii Mengücekoğullarından hükümdar Süleyman Şah oğlu Ahmet Şah tarafından 1228 yılında yaptırılmıştır. Darüşşifası ise Ahmet Şahın eşi ve Behram Şah’ın kızı Melike Turan Melek tarafından aynı yıl ilave ettirilmiştir. Bu eşsiz anıt 768 metrekarelik bir alana oturmaktadır. 18’inci yüzyılda medrese haline getirildiği için Şifahiye medresesi de denilmektedir.
Şehirleri şehir yapanlar sadece üzerindeki binalar anıtlar değildir. O şehirden geçen insanların, söyledikleri sözlerin, şiirlerin, yazdıkları yazıların da bir o kadar payı vardır. Ahiliğin Sivas’taki kurucusu Ahi Emir Ahmet, büyük hekimlerden kitapları da bulunan Ebu Abdullah Ali bin Mehmet, nam salmış kadılardan ve yöneticilerden Kadı Burhanettin Ahmet, tasavvufçu İbrahim bin Hasan, Sivas’ın imarında büyük emekleri geçmiş Behram Paşa, divan şairi Sıdkı efendi, Halil Rıfat Paşa burada iz bırakanlardan, değer katanlardandır. Fakat bunların en büyüğü mutlaka ki Mustafa Kemal Atatürk’tür. Ülkemizin bağımsızlığı ve kaderinin yazıldığı büyük Sivas kongresi, şehrin gördüğü en kahramanca ve en cesur durumdur. İsterseniz Ata’mızın burada yaşadıklarını kendi kaleminden nakledelim.
“Sivas şehrine girerken caddenin iki tarafı büyük bir kalabalıkla dolmuş askeri birlikler tören düzenini almış bulunuyorlardı. Otomobillerden indik. Yürüyerek askerî ve halkı selamladım… Bu manzara Sivas’ın saygıdeğer halkının ve Sivas’ta bulunan subay ve askerlerimizin bana ne kadar bağlı ve sevgi dolu olduklarını gösteren canlı bir tanık idi.
Mustafa Kemal daha sona Sivas’ta yaptığı ziyarette kongrenin önemini “Burada bir milletin kurtuluşunu hazırlayan kararlar verildi” diyerek belirtmiştir. Bugün gittiğiniz zaman kongre binasını ziyaret edip o günlerin güç cesaret ve boyun eğmezlik kokusu sinmiş odalarında dolaşabilir veya “Benim sadık yârim kara topraktır” diyen Aşık Veysel’i hatırlayabilirsiniz.
Sahip olduğu doğal güzellikleri, bin bir çeşit bitkinin, ağacın yetiştiği toprakları, baharda açan rengârenk çiçeklerinin yanı sıra tabiat ana buraya cömert davranırken hastalıkları iyileştirmesi için içi şifalı doktor balıklar ile dolu bir kaplıca merkezi vermeyi de ihmal etmemiştir. Meşhur Balıklı Göl kaplıcalarında başta sedef olmak üzere deri hastalıklarından kurtulmak için dünyanın dört tarafından hastalar yıl boyunca gelmektedir.