Yabancıların haklarının sınırına dair tartışmalar günümüzde sıkça gündeme gelen bir mesele olarak kendisini göstermektedir. Siyasal-ekonomik geçmişe kısaca göz atıldığında yabancıların hukuki statüsü üç evrede incelenebilecektir. İlk evrede, “güçlü devlet-zayıf birey” durumunun geçerli olduğu ilk ve orta çağda yabancılar hukuk-dışı sayılarak, vatandaşların yararlandığı haklardan tamamen yoksun bırakılmış veya çok sınırlı ölçüde yararlandırılmışlardır.
Zamanla durum tersine dönmeye başlamış ve “güçlü birey-zayıf devlet” ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu noktadan sonra başlayan ikinci evrede, Kapitalizmin geçirdiği aşamalar ve millî piyasaların daralmasıyla üretim faktörlerinin ülke-ötesi dolaşıma geçmesinden dolayı, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren vatandaşlar ile eşit haklara sahip olabilecekleri kabul edilmeye başlanmıştır. Ancak bu sefer de bu eşit hakların sınırı sorunuyla karşılaşılmıştır. Zira yabancılar vatandaşlar ile eşit mi olmalıydı yoksa yabancıların faydalanacakları haklar bakımından bir milletlerarası standart mı belirlenmeliydi? Yani, bir başka deyişle devletler hukuku ile iç hukuk arasındaki ayrım ortadan kaldırılmalı mıydı? Özellikle, 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren dünyayı saran küreselleşme sonrasındaki küresel ve bölgesel bütünleşme biçimindeki gelişmeler bu sorunu daha da belirgin hale getirmiş ve devlet egemenliğini kaldıracak boyutlarda çözüm önerileri getirildiğine şahit olunmuştur. OECD bünyesinde müzakereye açılan “Çok-Taraflı Yatırımlar Anlaşması” (MAI) kişilerin küresel boyutta tamamen serbestçe dolaşımını öngörmektedir. Yani, milletlerarası standart görüşünü daha ileri aşamaya taşımış; devleti ortadan kaldırmıştır. Küreselleşmenin hedeflediği nihai gaye olan ve ABD örneğinde olduğu gibi bir “küresel federal pazar” yaratma yönünde bir adım daha atılmıştır.
Türkiye bakımından konu ele alındığında, Lozan Antlaşması’na kadarki süreçte Türkiye’deki yabancılar, vatandaşı bulundukları devletlere tanınan “kapitülasyonlar” sayesinde her türlü mesleği ve işi tutabilmekte, özellikle 1838 Baltalimanı Anlaşması’yla elde ettikleri mali ve ticari ayrıcalıklar sayesinde elde ettikleri sermaye birikimiyle ülkedeki küçük ölçekli üretimi baltalamaktaydılar. Lozan Antlaşması’yla kapitülasyonlar kaldırılmış ancak Batılı devletlerin ısrarı sonucu yabancıların tuttukları meslekleri ve işleri sürdürmeleri bakımından 1923 yılından itibaren müktesep hakka sahip olmaları kabul edilmiştir. Bununla birlikte, Lozan Antlaşması kapsamında akdedilen İkamet ve Adli Salahiyet Sözleşmesi’yle bu müktesep hakkın, ileride yapılacak anlaşmalar ile yabancıların hukuki durumunun düzenlenmesine dek mahfuz kalacağı da kabul edilmiştir. Gerçekten de, Türk devleti muhatabı devletler ile iki-taraflı anlaşmalar akdetmiş ve millî hukukta mer’i ve ileride yürürlüğe girecek kanunlara atfen yabancıların hukukî durumunu düzenlemiştir. Sözkonusu düzenlemeler Türk vatandaşlarına hasredilen meslek ve sanatların sayma usulüyle belirtilmesi şeklinde olmuştur. Bunun yanısıra, temel hak ve hürriyetlerden faydalanma bakımından bir takım kanunlarla sınırlandırmalar getirilmiştir. Bu sınırlandırmalar Anayasa’nın, yabancılara ilişkin düzenlemelerin milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla yapılacağı kuralına uygun düşmekteydi.
Anayasa’nın açık hükmüne karşın son yıllarda yabancılara getirilen sınırlandırmaların kanunlar yerine, kanunların yetki verdiği Bakanlar Kurulu’nun takdir yetkisine bağlı olarak, idari işlemle düzenleme yoluna gidilmeye başlanmıştır. Özellikle yabancıların çalışma izni ve gayrimenkul edinme bakımından “gevşek” hükümler getirilmiş, doğrudan yabancı yatırımlarda ise “izin” ve “onay” usulü terk edilerek, sadece “bildirim” esası kabul edilmiştir. Gevşeklikte daha da ileri gidilmiş ve AB üyelerinin vatandaşlarının “istisnai çalışma izninden” faydalanarak, Türkiye’de belirli bir süre sürekli ikamet etme veya çalışmış olma şartı aranmaksızın çalışma izni alabileceği kabul edilmiştir. Böylece AB üyesi olmayan Türkiye’nin üyeler ile aynı şartlara tabi tutulması sonucu doğmuştur. Gayrimenkul edinme bakımından evvelden geçerli olan çeşitli kanunlardaki sınırlandırmalar kaldırılmış, sadece askeri yasak bölgeler yabancıların “istilası” haricinde kalmıştır. Bu “tek-taraflı” işleyen fırsatlar yabancı “komünlerin” ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu da “tek kurtuluş” gibi gösterilen turizmi baltaladığı gibi, misyonerlik faaliyetleri, gayrimenkul spekülasyonu vb. olumsuzluklar doğurmaktadır. Anayasadaki genel sınırlama sebeplerinin kaldırılarak, her bir maddedeki sınırlama sebeplerine bağlı olarak kanunla getirilen sınırlamalar sistemine geçilmiş olsa dahi, hürriyetlerin sınırlandırılması özel sebepleri ile anayasanın genel esasları ve temel hak ve hürriyetlerin genel hükümleri anayasal uygunluk denetiminde bahis konusu gevşekliği kontrol altında tutabilecek bir “emniyet supabı” niteliğine sahiptir.