Halkın değer yargılarını hafife alıp küçümsemek çok yanlış bir davranıştır. Dışarıya karşı güçlü olabilmek, içeride ortak değerlere saygılı olmakla mümkündür. İçeriden kolonlara vurulan bir balyoz darbesi, dışarıdan gelen top mermisinden daha yıkıcı olabilir.
Ekonomisini yabancı ellere teslim edip onların himmetiyle bunalımdan sıyrılıp çıkabileceğini sanan Osmanlının o çöküş yıllarında bile bazı onurlu devlet adamlarının hâlâ yılgınlık göstermediğini belirten örnekler vardı.
Her zaman söylemişizdir ki kalpleri mühürlenmiş kulakları ve gözleri kapatılmış kişiler gerçeklerden kaçarlar, duymak ve görmek istemezler.
Onların yüreklerinde sevgi ve şefkat gibi duygulara yer kalmamış, kulakları gerçekleri duymayacak şekilde tıkanmış ve gözleri doğruları göremeyecek biçimde perdelenmiştir. Onlar başkalarına azap vermekle görevli gibidirler. Ancak asıl azap onlar için hazırlanmıştır: bilmezler.
Biz söylemekle yükümlüyüz; onun için söyleyeceğiz. Bile bile söylememek gönülleri karartır, yüreklere sıkıntı verir. “Sevgimi söylemezsem sevmek bana dert olur” demiş şair. Hele biz de açık yüreklilikle şöyle bir dönüp kendimize bakalım.
Yanlışımız ne kadar da çok yarabbi! Kişi olarak eksiklerimizi, kusurlarımızı öğrenmeye ve gidermeye çalışıyoruz. Fakat asıl kusurlu olanlar ve işin daha da kötüsü asıl sorumlu olanlar hiç umursamıyorlar.
Bir “yanlışlıklar komedisi” sahneye konmuş; hiç kimse yanlışını kabul etmiyor, görmek istemiyor.
Nedense, nasıl oluyorsa bazı kişiler her şeyi bilir ve yanlış yapabileceğini hiç düşünmez. Bir nevi dokunulmazlık zırhına bürünmüş “keramatı kendinden menkul medya bülbülleri” şakıyıp durmaktalar. Peki bunların saldırganlık hakları nereden doğuyor, niçin soruşturulmuyor? Sorumluluk tanımayan ve taşımayan kişilerin önde yürüdüğü böyle toplumlarda bilim, teknik ve san’at dallarında gelişme olabilir mi? Bir düşünebilsek ne kadar yazık ettiğimizi anlayacağız. İnsanımıza, milletimize ve de kendimize…
Bilim adamı diyebilmeyi istediğimiz kişiler işin bu tarafını bırakmış, gündelik siyasetin zebunu olmuş, üzücü hatta tiksindirici bir “çifte standartla” sorunların üzerine gittiklerini sanmaktadırlar. Sanki onların söylediği hiçbir şey şaşmaz, hepsi doğrudur. Ne olurdu bir kez olsun yanılabileceklerini kabul etselerdi. Ne kaybederlerdi ki? Aksine saygı görürlerdi. Nitekim az da olsa böyle kişilik sahibi olanları seviliyor, sayılıyor.
Ama o mutlak otoriterler (!) var ya kendi türünden biri suç işlese, bırakın onun hüküm giymesini yargılanmasına bile karşı çıkarlar, dokunulamaz olduğunu savunmaya başlarlar. Sanık karşı görüşten ise tam aksine onu hâkimlere bırakmayıp hemen kendileri mahkûm ederler. Sonra da aynı kişiler demokrasiden, insan haklarından söz ederler ve “hukuk devletini” hiç dillerinden düşürmezler. Bu ne aymazlıktır, nasıl bir densizliktir.
Halbuki bu ülkenin ve bu toplumun güçlü bir bünyeye, kolay çökmeyecek bir yapıya ihtiyacı var. Zayıf düşmesini isteyenler kapıda beklerken anlaşmazlık, huzursuzluk getirmek isteyenlere fırsat tanımak düşüncesizlik olur.
Halkın değer yargılarını hafife alıp küçümsemek çok yanlış bir davranıştır. Dışarıya karşı güçlü olabilmek, içeride ortak değerlere saygılı olmakla mümkündür. İçeriden kolonlara vurulan bir balyoz darbesi, dışarıdan gelen top mermisinden daha yıkıcı olabilir.
Ekonomisini yabancı ellere teslim edip onların himmetiyle bunalımdan sıyrılıp çıkabileceğini sanan Osmanlının o çöküş yıllarında bile bazı onurlu devlet adamlarının hâlâ yılgınlık göstermediğini belirten örnekler vardı. Nükteleriyle tanınmış bir sadrazamın Fransız başbakanına, o tarihte de dünyanın en güçlü devletinin Osmanlı olduğunu söylemesi üzerine onun “Nasıl olur?” gibilerden hayret ifade eden bakışlarına karşılık “Bakın, siz dışarıdan biz içeriden, o kadar uğraşıyoruz, bir türlü yıkamıyoruz” dediğini biliyoruz.
İçeriden yıkmak nasıl olur?
Çeteler kurarak bölücülük yapanlar öyle sanıldığı gibi en tehlikeli unsurlar değildir. Amaçladıkları hedefe hiçbir zaman ulaşamayacaklardır. Bunların dış destekleri kesilebilse yaya kalıp kısa sürede gözden kaybolurlar. Eğer sen halkını seversen, sayarsan dışarıdaki düşmanın (dost görünüp içine sızmış bile olsa) o kadar etkisi olmaz; zararı büyük olamaz hiç değilse… Ama öz milletinin, uğruna bütün varlığını feda edebileceği töre ve inançlarını hafife alıp değersiz, basit kavramlar gibi gösteremeye kalkarsan işte o zaman vay haline!
Hep söylüyoruz: “Büyük devlet adamı Atatürk’ü de yüce İslam dinini de öyle istismar etmeyin! Herkes aklının erdiği kadar her vesile ile kullanırsa bu değerler yıpranır. Bunların aleyhinde olan tertipçilerden daha fazla zarar vermiş olursunuz.”
Herhalde anlatamıyoruz derdimizi. Bilmem ki nasıl söylememiz lazım? Doğrusu bir başka türlü söylemek de istemiyoruz.
Olayın, bu yersiz ve gereksiz konuşmanın üzerinde durulmadı. Bazı kişiler böyle saplantıların ne gibi hatalara yol açabileceğini görerek konuyu örtmek istedikleri için… Bizler de duyulan üzüntüyü daha da yaymamak için o yaralayıcı konuşmaları bilmezlikten, duymazlıktan geldik. Ama bekledik ki birçok vesileyle olduğu gibi yine yetkili bir ağızdan verilen bir demeç ile yürekler ferahlatılır, “Bir yanlışlık olmuştur” denilir. Nerde? Kuş gribi musibeti, Mina’da izdihamdan ölenler, Ortadoğu gerginliği gibi haberler arasında kaynayıp gitmesine razı olduk. Güven kaynağımız olan bir kurumla ilişkisi olduğu için önem verdiğimiz bir derneğin, başında bulunan bir zat çıkıyor sanki söyleyecek başka şey yokmuş gibi Türk ordusunun, Peygamber ocağı olmadığını ifade ediyor. Şimdi bu söz üzerine söylenecek çok şey vardır. Ama insanın nutku tutuluyor. O zatın kendisinin de bahsettiği “Mehmetçik” deyiminin kaynağı, kökeni ve derin mânâsı hakkında kitap bile yazılabilir. Ama gerçekten insanın canı istemiyor.
Ne yapmak istiyoruz Allah aşkına? Birtakım kutsal değerlerden şu mazlum milleti soğutmak mı istiyoruz? Yoksa cumhuriyetimizin simgesi olan bir büyük devlet adamının da böyle düşündüğünü (olacak şey değil ama) ima ederek onun da yıpranmasına yol açmak mı istiyoruz? Böyle bir gaf yapma yetkisini kim, ne hakla kendinde görebiliyor?
Eğer bu bir “dil sürçmesi” ise (özür dilemeyi bırakın ama) düzeltilmesi gerekmiyor muydu? Bir rahatsızlığın belirtisi ise başka türlü giderilemez miydi? Bekledik; bir ses çıkmadı. Daha önemsiz konularda açıklama yapmaya zorlanan makamlar bunu duymamış olmayı tercih ettiler. Bir bakıma onları da anlayışla karşılıyor, hak veriyoruz. Keşke biz de duymamış olsaydık, diyoruz.
Özür dilemeyi gerektiren bu sakıncalı sözlerin söylendiği toplantıda bulunan değerli kişilerin de her halde duymak istemedikleri böyle bir ifadeyi duymazlıktan gelerek geçiştirdiklerini sanıyoruz. Yoksa susarak ikrar ettiklerini düşünmek bizim inançlarımızı sarsmasa bile çok kimse üzerinde kuşku uyandırır.
İşte o zaman, geçenlerde duyarlı bir yazarın (M. Nalbantoğlu, 3 Ocak 2006, Yeni Çağ) dile getirdiği gibi, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın millî mücadele yıllarında etrafındaki devlet adamlarıyla birlikte “ordumuzun muzafferiyeti için” dua ettiğini gösteren fotoğrafın bir ara niçin ortadan kaybolduğunu soranlara hak vermek gerekir.
Evet, ordumuz hakkındaki bahis konusu sözlerin mutlaka tavzihi (açıklanıp, aydınlatılması) gerekir. Çünkü öyle kolay kolay tevil edilecek bir konuşma değildir. Milletin gönlünü yaralamıştır. Ordumuz da belirli kişilerin değil Türk Milletinin ordusu olduğuna göre elbette onun mensuplarını da incitmiştir.
Şimdi sormak gerek. Bütün dünyanın güçlü bir şahsiyet olarak kabul ettiği büyük fikir ve siyaset adamı, değerli asker Mustafa Kemal Atatürk toplum psikolojisini çok iyi bilen bir kişi olarak “Benim ordum Peygamber Ocağı değildir” der mi, diyebilir mi? Böyle bir konuşmaya ihtiyaç duyar mı? O halde ne oluyor da başkaları onun adına birtakım olumsuz imajlar yaratacak şekilde demeçler veriyorlar? İlle birileri de aksini söyleyecek, tartışılacak, bir çekişmedir gidecek. Bu yüzden, milletimizin başına kâbus gibi çökmüş olan yolsuzluklar unutulup gidecek. İrtica konusu ön plana çıkarılıp ekonomisi çökmüş ve bağımsızlığı tehlikede olan ülkemizin altını oyanlar gözlerden uzak tutulacak.
Siz bilerek bilmeyerek birçok gereksiz konuyu ülkenin gündemine taşıyanların bir gün sorduklarını duydunuz mu, bu soygun düzeni bizi nereye götürüyor diye? Dünyanın, gelir dağılımı en bozuk en çirkin ülkelerinden biri olmuşuz diye bir kaygı belirtisi gördünüz mü yüzlerinde?
Kendi halkının sorunlarından bu kaçış niye? Mevcut düzen kendilerine ayrıcalık verdiği sürece başka hiçbir şeye önem vermeyen bazı kişiler nasıl bu millet adına her konuda fetva verirler?
Aslında en büyük sorun, sorunsuz olmaktır. Bunu da bilelim.