Alışamadık hiç ama hiç alışamadık... Sesimizi her gün bir gün evvelinden daha gür çıkardık. Önce komplo teorisyenliği ile suçlandık. Ama söylediklerimiz bir bir gerçekleşince öfkeyle bize “paranoyak” dendi. Aldırmadık! Az buz değil ki sayılarımız. Hepimizi birden hastahanelere yatıracak halleri de yoktu. Biz yine yolumuzda devam ettik. Bu sefer “vatan hainliği” ile suçlandık.
Ayni ile vâkidir ki;
Abdülhamid devrinde H.... Paşa B..... mutasarrıfı iken ahlâken çok düzgün genç bir subay sancağın kur’a memurluğuna tayin olur. Namusluların parmakla gösterildiği günümüz gibi bir dönemdir o günler de...
O sene kur’a piyasasında üç dört bin altın dönmektedir. Mutasarrıf Paşa acele ederek kur’a memuru gelmeden kur’ayı çektirir. Rüşvet akçesinden kur’a memuruna küçük bir pay ayrılırken zabıt da tutmayı ihmal etmezler.
-“ Memur marifetiyle kur’a bitarafane ve âdilâne icra olundu, bu vesile ile padişahımıza herkesten hayırlı dualar alındı.” Böyle tutulmuş zapta kimin sözü olabilir ki? Yalnız kur’a memuru gelince doldurulmak üzere isim yeri açık bırakılır. Paylarını alan diğer üyelerin hepsi zaptı imzalarlar yani mühürlerler. O zamanlar imza mı vardı ki?
Tecrübesiz (!) ve de ziyadesi ile namuslu zabitimiz gelir. Yapılan işlemi saymaz. İşe yeniden başlanmasını ve kur’anın yeniden çekilmesini ısrarla talep eder. Amma olan olmuştur.
Öyle devlet işleri var idi ki memurları bunlara ancak kendileri için gelir kaynağı gözüyle bakarlardı ve de halen bakarlar...
Bu acemi subay ise kaynağı köreltmek istemekte hatta bu konuda amirleri ile zıtlaşmaktadır. Ona mı kalmıştı ki, namazı kılınmış ve dahi defnedilmiş ölüyü yerinden kaldırıp da tekrardan can verdirmek? Düzeni bozmak; abesle iştigâl etmekti! Amirleri bu ahvalde anlatmaya çalıştıkça zabitimiz, Nuh der de peygamber demez.
Birkaç gün bu karmaşa ile geçer. Bakar ki mutasarrıf paşa genç zabitin bu dilden anlayacağı yok, onu bir akşam evine yemeğe davet eder. Yemek sırasında bir babanın oğluna nasihat etmesi gibi saatlerce dil döker. İlle velâkin yeni evlât asi çıkmıştır, babasının sözünü dinlemez. Bütün ihtimalleri hesaplayıp da tedbirlerini baştan alan paşa bu sefer zabitin damarına basmaya başlar. Zabit bu size! Hem genç hem de namuslu! Asabiyeti bir anda tavan yapar ve öfkeyle bağırmaya başlar. Mutasarrıf adamlarını çağırır:
-Aman kur’a memuru çıldırdı. Çabuk, su getirin! Başına dökün.
Emrini verir. Evvelden aldıkları talimatla hazırlanmış ağalar büyük toprak testilerde su getirirler. Suyu zavallı zabitin başına zorla dökerken, testileri de kafasına vurup kırarlar, kendisini iyicene bir sersemletirler.
Bu suretle “delirdiği anlaşılan” kur’a memurunun güç belâ kolları bağlanır. Nezaret altında tedavi edilmek üzere hastahaneye götürülür. Orada da tehditler, baskılar yeri geldiğinde nasihatler etkili olmaz. Yirmi gün kadar bu suretle tedavi edilir.
Güya haline merhamet eden “insaf sahipleri” kendisini gizlice kaçırmak için kolaylık gösterirler! Artık hayatını da tehlikede gören zabit bu belâlı yerden bir an evvel savuşmak için “insaf ve insaniyet sahiplerinin” yardımıyla gizlice vapura biner.
Vapur hareket ettikten sonra mutasarrıflıktan dahiliye nezareti ve seraskerliğe bir telgraf çekilir:
“ Gönderilen kur’a memurunun şuuruna halel gelmiş olup, gayri şuurû olarak İstanbul’a kaçmıştır.”
Gördüğü akle hayale gelmeyecek muameleler yüzünden İstanbul’a vardığında genç subayımızın hakikaten âsabı biraz bozulmuştu ama şuuru yerinde idi...
Ortak noktalarımız o kadar çok ki genç kur’a zabiti ile... Onun gibi biz de haksızlıklara ve de namussuzluklara baş kaldırınca hak etmediğimiz muamelelere tâbi tutulduk...
Yapılanları, yanlışlıkları ve aleyhimize verilen tavizleri gördükçe biz de isyan ettik. Önce ses çıkarmadılar. Herhalde konuşur konuşur zamanla bize alışır ve susarlar dediler.
Alışamadık hiç ama hiç alışamadık... Sesimizi her gün bir gün evvelinden daha gür çıkardık. Önce komplo teorisyenliği ile suçlandık. Ama söylediklerimiz bir bir gerçekleşince öfkeyle bize “paranoyak” dendi. Aldırmadık! Az buz değil ki sayılarımız. Hepimizi birden hastahanelere yatıracak halleri de yoktu. Biz yine yolumuzda devam ettik. Bu sefer “vatan hainliği” ile suçlandık. İşaret parmağını milletin gözünün içine sokarak birisi dedi ki:
—Bunlar! Bu milliyetçi ve vatanseveriz diyenler! Bunlar vatanı bölecekler. Yugoslavya’ya çevirecekler...
Bu sözlere itibar eden yine kendi çevreleri olmasına rağmen incindik, âsabımız bozuldu. Buna rağmen yine yolumuza devam ederken aniden bir şey oldu...
Vatansever, milliyetçi yazarlara büyük gazetelerden ve hükümet çevresinden önceden başlatılan saldırıya, yakın tarihte bizden bildiğimiz kişiler de katılmaya başladı. Atatürk devrim ve inkılâplarının ve de Atatürkçülüğün arkasına sığınılarak, inananlar üzerinde inançsızlık testleri yapılırken, aynı maske ile inançsızlar üzerinde inananlar da teste başladı. Türklük ve Türk olmak kavramları ameliyat masasına yatırılarak didik didik edilirken, sanki bir yerden düğmeye basıldı. Posta kutularımız dakikada binlerce kişiye giden örtülü olarak “hain” ilân edilen bizden kişiler hakkında mektuplarla doldu. Çok sert ve katı olmakla övünen bu zevatın yaptıkları ile bin bir zorlukla oluşan cephe bölünmeye başladı.
İşte bu aşama en tehlikeli aşama.
Lütfen bu oyuna gelmeyelim...
Amaçları; küçük parçalara böldükleri bu grupları üç yıldan fazladır icraatlarını yerden yere vurduğumuz Akepe’nin, şefkatli bir baba gibi bekleyen kucağına atmak…
Bugünler sâkin olma günleri... Âsabımız da şuurumuz da bize lâzım...