Eskiden ürettikleri “kıytırık” mallar için devlet eliyle milleti soyan ve rekabet edemeyecekleri için yabancı sermayeyi ülkeye sokmayanlar, “hazinede” para kalmayınca, küresel emperyalist sermaye ile işbirliği yapıp “sömürüden pay alma” yolunu seçmişlerdir. Bunun gerçekleşmesi için de kuşkusuz önce yolsuzluk ve “arsızlık” ile altyapıyı hazırlayan, sonra “ülkeyi pazarlayan” ve “devleti satan” “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içerisinde” siyasi iktidarlar uygun bir ortam yaratabilirdi.
Hep söylenir ya “Anadolu birçok medeniyete mezar olmuştur” diye, “zeminin altımızdan çekildiği”, devletin “altının oyulduğu” günümüzde bu söz daha ciddi bir şekilde ve sıkça akıllara gelmektedir. Birtakım “kökü dışarıda” olanlar ile “sömürgeleşmiş zihniyetlerin” “Tanzimat devrinden” çıkmasına bir türlü fırsat vermedikleri Türk devleti, iki yüz yıllık sürecin son safhalarına gelmiş gibi “soyutlaşmaya” ve ortadan kalkmaya başlamıştır. Lozan’da 80 yıl ömür biçilen Türk devleti, tam da Cumhuriyet’in 80. yılından itibaren “ağır saldırılara” maruz kalmaya başlamıştır. Kuvvet kullanılarak ortadan kaldırılamayan Türk devletinin, “iktisadi sömürü”, “siyasi yozlaşma”, “psikolojik yıldırma”, “sosyolojik bozulma”, “hukuki ve sosyal adaletsizlik” vb. “gayri nizami harp” yöntemleriyle yıpratılması ve sanki kendiliğinden (!) olmuş gibi varlığına son verilmesi planı adım adım işlemektedir. Buna karşı çıkanlar da “faşist” ve “marjinal” olarak nitelendirilerek, susturulmaktadır. Eskiden ürettikleri “kıytırık” mallar için devlet eliyle milleti soyan ve rekabet edemeyecekleri için yabancı sermayeyi ülkeye sokmayanlar, “hazinede” para kalmayınca, küresel emperyalist sermaye ile işbirliği yapıp “sömürüden pay alma” yolunu seçmişlerdir. Bunun gerçekleşmesi için de kuşkusuz önce yolsuzluk ve “arsızlık” ile altyapıyı hazırlayan, sonra “ülkeyi pazarlayan” ve “devleti satan” “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içerisinde” siyasi iktidarlar uygun bir ortam yaratabilirdi. “Yağmacılar içeriye hücum ederken” bunlar için “koruma ateşi açan” birtakım “küçük besleme liboşlar”, “tetikçilik” yapmıştır. Millete “aydın, büyük yazar, büyük bilim adamı” vs. gibi sıfatlarla tanıtılan bu tetikçiler, küresel kapitalizmin “bahanesi” olan “bir nehrin akışı gibi, her şeyin kendiliğinden olduğu” safsatasından ahkam kesmekte, diğer taraftan “kavram kargaşası” çıkartarak bir nevi “doldur-boşalt” yapmak suretiyle kavramları yeniden tanımlayarak, topluma dayatmaktadırlar. Hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü “kıl, yün” vs. gibi kavramları istedikleri biçime sokarak, devletin egemenliğini ve buna dahil müesseselerin niteliklerini “dejenere” etmişlerdir. Daha kanun devleti olamamış Türkiye’de hukuk devleti “ölü doğmuştur.”
Yakın geçmişe kadar “hukuk devleti, hukukun üstünlüğü!” diye bağıranlar, “parayı bulunca” artık sustu! Demek ki bunların derdi hak-hukuk değil! İşine gelince işine geldiği gibi konuşan, gelmeyince susan bu “tatlı su balıkları”, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” misali kendilerini “pazarlayabilecekleri” yerli ve yabancı güçlerle işbirliğine her zaman gitmektedirler. Bir de “sazanlar” var ki, Türkiye’nin AB’ye tek-taraflı olarak bağlanarak, sömürülmesini ve bölücü faaliyetleri “Avrupa değerleri ile bütünleşmek” ve “insan haklarının ve hukukun üstünlüğünün gelmesi” gibi göze hoş gelen “ambalajlar” içinde millete sunmaktadır. Bu “tiyatro” oynanırken aslında, ABD, anti-emperyalist tepkiden çekindiği için, doğrudan Türkiye’ye yaptıramadıklarını AB üzerinden, “milletler-üstü hukuk” ve “insan hakları” vesilesiyle dolaylı yoldan yaptırmakta, içerideki “monşer takımı” “artist olmak için evden kaçmış genç kızlar gibi” kendilerini pazarlamaktadır. Türkiye, AB’ye daha üye olmadan sanki üyeymiş gibi, üyelerin tabi tutulduğu kurallara ve yöntemlere tabi tutulmaktadır. Türkiye sanki milletler-üstü hukuka tabi imiş gibi AB’nin doğrudan talimatlarıyla, AB hukuk müktesebatıyla uyumlu hale getirilirken, kendi hukukuna ve sosyo-politik yapısına yabancılaşmaktadır. “Üyelik şartları” ile “üye olduktan sonra tabi olunacak şartlar” birbirine karıştırılmış, sanki üyeymiş gibi Türkiye’ye milletler-üstü hukuk doğrudan uygulana gelmeye başlamıştır. Bu ortamda, nereden geldiği ve nereye gittiği belli olmayan milyarlarca Dolar Türkiye’ye girmekte ve elden ele dolaşmaktadır. Ancak, AB bu durumdan rahatsız değildir. Daha önce ekonomi ve siyaset alanlarından dışlanmış kesimler, dış ve iç ekonomik ve siyasi destek ile “at koşturmaya” başlamış ve “borazanları” da bağırtmaya başlamışlardır. Ancak asıl “oyun” daha büyüktür ve bu “vatan haini takımının” dahi gücünün yetmeyeceği kadar zordur. Zira, sayın Rauf Denktaş’ın dediği gibi Atatürk ilkeleri ile “AB normları” uyuşmamaktadır. 1989’da Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu reddederken AB (o zaman ki AET) üç şart ileri sürmüştü; “çok büyüksünüz, çok kalabalıksınız ve çok fakirsiniz!” Bu şartlardan fakirlik ekonomik bir mesele olup, her zaman bir şekilde halli mümkündür. Peki ama diğer iki şartı nasıl halledeceksiniz? Yani, Türkiye’yi nasıl küçülteceksiniz? Türkiye’nin nüfusunu nasıl azaltacaksınız? CIA’in yoğun Ankara ziyaretleri acaba Irak’ın Kuzeyi’ni Türkiye’ye yamamak ve daha sonra Türkiye’nin koruması altında gelişip, büyüyen bu coğrafyayı bir bütün olarak koparıp, bağımsız bir devlet haline getirme amacıyla ikna turları mıdır? Kendi adamı bin Ladini Türkiye’den soran ABD’nin içine düştüğü “absürd” durumu görmemezlikten gelerek, kendilerini komik duruma düşürmektedirler. Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın dediği gibi “tarihte birçok birlik vardır, bu birlik de tarih olacaktır.” İnşallah beraberinde Türkiye’yi de götürmez.