Malum olduğu üzere Orhan Pamuk nam muharrir, son on yılın Türkiyesinde çok sık gündeme gelir oldu. Gerçi gündeme gelmek zor bir şey değil. Her gün bir çok sade vatandaş gündeme geliyor. Ama gündemde kalmak zor. O bakımdan Orhan Pamuğun kesinlikle “acaba ne söylesem de gündemde kalsam?“ diye düşünüp durduğunu söylemek mümkün. Ve bu vatandaş eminiz her gün gündemde kalma hususunda kafa yormaktadır.
Gündemde kalmak zoür dedik ama o kadar da zor değil. Sadece tekniğini bilmek gerek. Bugün her konunun mühendisliği mevcut. Gündemde kalmak istiyorsanız, toplumun hassas olduğu can alıcı yerlere basmak gerekir. Bunlar da bellidir. Milli ve manevi değerler hakkında aykırı laflar etmek, yani Müslüman mahallesinde salyangoz satmak. Söylenen sözün, fikrin doğruluğu yanlışlığı mühim değildir. Mühim olan gündemdeki yerini korumak, şöhretine şöhret eklemek, reklamını yapmak, cebini para doldurup egoyu tatmin etmektir. Batılı (aslında batıcı) ve Makyavelist bir vatandaş olan Orhan Pamuğun devlet, millet, memleket puroblemi, başka bir deyişle vicdanı yok ki, söylediği lafın sonunu düşünsün.
Bu vatandaş İsviçrede yayımlanan 8 şubat 2005 tarihli Tagesanzeiger gazetesinin magazin ekinde şöyle söylemiş: “Türkiye 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeniyi öldürdü. Bunları kimse söyleme cesaretinde bulunamıyor.” (Yeniçağ, 11 şubat 2005, 10. s.).
Pamuğun biraz insaflı davrandığını kabul etmek gerek. 1.5 milyon Ermeni de diyebilirdi. Üstelik Rumları da unutmuş. Ama bizim esas merak ettiğimiz husus, vatandaş daha doğmadığı tarihlerde cereyan ettiği farzedilen veya farzettiği bu katliamları nasıl saymış?
Böyle söyleyen kişiler batıda her zaman el üstünde tutulmuş ve ödüllere boğulmuştur. Bunlardan manidar olan biri de Alman Yayıncılar Birliğinin Orhan Pamuğa 24 ekim 2005 tarihinde verdiği barış ödülüdür. Yani hakikaten barış! ödülü. Tıpkı eskiden komünistlerin dediği “barış için savaş” suloganı gibi. Memleketi savaşa boğuyorsun, barış ödülü alıyorsun. Pamuk, bu ödüle eserleriyle barışa katkı yaptığı için değil, söylediği sözler sebebiyle layık görülmüş. Bu meyanda bizi esas üzen The Independente’nin Pamuğu “kahraman” olarak seçmesi oldu. Zira bu gazeteyi İngilterenin vicdanı olarak görüyorduk.
Döktüm öteye almadı, döktüm beriye dolmadı
Pamuğun mezkur beyanı üzerine hakkında dava açıldı. Dava 16 aralık 2005 cuma günü Şişli adliyesinde başladı ve kıyamet koptu.
Orhan Pamuk mezkur sözleri İsviçrede değil de Türkiyede söyleseydi, bu kadar puroblem olmazdı. Zaten benzer şeyler Halil Berktay, Taner Akçam ve başkaları tarafından söylenmişti. Yabancı bir ülkede, hem de “Ermeni soykırımı yoktur” demeyi kanunla men eden bir ülkede söylemesi ve tarihçi olmaması dolayısıyla haklı olarak tepki çekti.
Doğal olarak haksız suçlamalar vatandaşı rencide ediyor. Almanların Yahudilere yaptıkları gibi bilinçli, pilanlı puroğramlı soykırım yapılsa, insan bunun hata olduğunu kabul eder, mesele biter. Yapmadığınız bir şeyi “yaptınız” dediler mi kendinizi haksızlığa uğramış hissediyorsunuz. Bir şey demeden duramıyorsunuz. Neticede böyle oluyor. Ama bu da işimize yaramıyor.
Bu tip hadiseler için köyümüzde kullanılan ve sevdiğimiz şöyle bir deyim vardır: Döktüm öteye almadı, döktüm beriye dolmadı. Yani her iki durum da berbat. Dava açmasan, Nasreddin Hocanın dediği gibi bundan sonra yol olacak. Dava açsan, adamın reklamı daha çok yapılacak, sonunda da bir şey çıkmayacak. Boşu boşuna kamu oyunu meşgul edip failin tuzağına düşmüş olacaksın. Masrafı da cabası. Herhalde en iyisi sessiz kalıp dava açmamak. Böylece yalan söyleyenin yalanını reklam ve yalancıyı meşhur etmemek. Malum, reklamın iyisi kötüsü olmuyor.
Orhan Pamuğa vereceğimiz en iyi cevap eserlerini okumamak ve onunla ilgilenmemektir.
27 aralıkta Holandalı parlamenter Joost Lagendjik hakkında da Türk ordusuna hakaretten dava açıldığını öğrendik. Daha kendi vatandaşımızı yargılayamıyoruz. Lagendjick’i nasıl yargılayacağız ve nasıl cezalandıracağız, bu da ayarı bir merak mevzusu.
Orhan Pamuk kimlik değiştirsin
Orhan Pamuk post modern tabir edilen bir edebi akıma mensup romanlarıyla reklam edilmiş bir muharrirdir. Post modernizm mimari, müzik ve edebiyatta akis bulan, modernizmin getirdiği puroblemlerden kaçan felsefi bir akım olarak özetlenebilir. Daha doğrusu post modernizm, modernizmin, yani teknolojik gelişmenin, maddenin, makinenin altında ezilen modern insanın bir kaçış denemesidir.
Post modern roman gerek tekniğiyle, gerek olay örgüsüyle, gerek felsefesiyle kılasik romandan ayrılır. Dolayısıyla ortalama okuyucu tabir ettiğimiz okuyucunun post modern romandan zevk alması mümkün değildir. Bu bakımdan 1990’ların ortalarında söylendiği gibi hiç kimse Orhan Pamuğun romanlarını sonuna kadar okuyamaz. En fazla 30. sayfada bırakır.
Biz Orhan Pamuğun eserlerinden yalnız “Yeni Hayat” romanını 1995 yılında okumuştuk. Şayet nasıl bir roman olduğunu merak etmese idik, biz de romanı en fazla 30. sayfasında bırakırdık. Ancak çok reklam edilen muharririn neyi nasıl yazdığını görmek için sabredip sonuna dek okuduk. Aradan 10 sene geçtikten sonra aklımızda kalanları şunlar oldu: Yeni bir teknik (post modernizmin özelliği), kafasına göre takıldığı bir olay örgüsü ve şahıs kadrosu (post modernizmin özelliği), kahramanın sürekli kimlik değiştirmesi (post modernizmin özelliği), güneydoğu meselesine ince dokundurmalar ve iyi olmayan bir Türkçe.
Güneydoğu meselesine dokundurması, Pamuğun gelecekteki yolu yordamı hakkında bir fikir veriyordu.
Bizim en fazla dikkatimizi çeken, post modernizmin hususiyetlerinden biri olan kimlik değiştirmeydi. Gerçekten de eşcinsellik, azınlık hakları, kadın hakları ve daha bir çok aykırı ve alternatif fikir, post modernistler tarafından destek görmüştür, görmektedir. Bunları da doğal kabul etmek lazımgelir. Zira kimse kimseye zorla bir şey empezo edemez. İnsan kimliğini değiştirmek istiyorsa değiştirmeli, değiştirebilmelidir. İşte bu noktada Orhan Pamuğa bir teklif ve tavsiyemiz olacak. Siz bu topraklarda doğdunuz, adınız Orhan Pamuk, ana diliniz Türkçe; lakin mevcut konumunuzla bu topraklara ait değilsiniz, adınızla Orhan Gaziden nasiplenmediniz, pamuk gibi beyaz ve yumuşak değilsiniz, ana diliniz Türkçe olsa da metinleriniz tercüme kokuyor. Geliniz kısa yoldan felsefi, siyasi ve dünya görüşünüze uygun olarak yazdığınız romanların kahramanları gibi kimlik değiştirin. Daha dürüst olursunuz. Siz de biz de kurtuluruz. Hangi kimliği seçeceğinizi en iyi kendisi bilir.
AB müfettişleri ve batının çifte sıtandardı
Dava, Türkiyenin girmek için canını feda etmeye hazır olduğu AB müfettişlerini harekete geçirdi. Mahkeme salonuna doluşup hakimlerin başına üşüştüler. Müzakerelere başlama kararı aldılar ya, Türkiye artık ellerinde. Sömürge valisi gibi davranıyorlar (Laf aramızda., aslında Türkiye bir sömürgeden farksız, fakat sömürgeliği kendi isteğiyle, gönüllü kabul etmiş. Bu bakımdan da dünyada tek örnektir).
Batının çifte sıtandartlı olduğunu bir çok kere yazdık. Bu davada bunu bir kere daha gördük. Müfettişler “ifade özgürlüğü” diye bir şey tutturmuşlar, kulakları başka bir şeyi duymuyor, gözleri gayrı bir şeyi görmüyor. Fıransada çıkarılan “Ermeni soykırımı yoktur demek yasaktır” mealindeki kanunu hiç hatırlamıyorlar. Aslında onların hatırlamaması doğal. Çünkü bütün toplumlar ve bütün insanlar çifte sıtandartlıdır. Lakin her toplumda arada sırada tek sıtandartlı, namuslu, objektif düşünen bir kaç adam çıkar. Onlardan biri nisbeten objektif, meşhur, Yahudi asıllı Bernard Levis (Lewis)’ti (En azından Ermeni jenosidi konusunda). Levis, 1995’te bu kanuna muhalefet ettiği gerekçesiyle çağdaş! Fıransada yargılanıp mahkum edildi.
Bu da bir yana. Resmi adı İsviçre Konfederasyonu olan çağdaş! devlet de “Ermeni soykırımı yoktur” demeyi suç sayan kanun çıkarmış bir devlet. Ama kimse onu görmüyor. Asıl bizim bunları görmememiz eşyanın tabiatına aykırı ve hastalıklı bir mutasyon örneği değil mi?
AİHM’nin pek çok kararda çifte sıtandartlı olduğunu görmedik mi? Tayyip Erdoğan davasında, Lozidu (Loizidu) davasında, en son baş örtüsü davasında. Yani Tayyip Erdoğanın şiir okuması ifade özgürlüğü değil miydi? Lozidu davasının siyasi bir karar olduğu bizzat ifade edilmedi mi? Hele baş örtüsü davası? Çifte sıtandardın en çarpıcı örneği değil mi? Bu dava Avrupalıları bile tatmin etmemiş olacak ki, Lagendjik bile Türkiyede bu konuda bir uzlaşmaya varılmasını tavsiye ediyor. (Daha önce de Danıştayın verdiği kararla işin bittiğini söyleyenler olmuştu. Ama bitmediği ve bitmeyeceği bir kere daha görüldü. Tek çare yasağın kaldırılmasıdır. On sekiz yaşını bitiren bir hanım istediği gibi giyinebilir ve buna kimse karışamaz. Karışırsa puroblem çıkar ve zaten çıkıyor.
Bir kişi hakkında dava açılması o kişinin mutlaka mahkum edileceği anlamında değildir. Dolayısıyla batının bu dava için bu kadar gürültü koparmaması gerekirdi. Lakin serde Makyavelizm olunca, maksat bağcıyı dövmek olunca ve kötü niyetli olunca iş değişiyor. Sinekten bile yağ çıkarmak gerekiyor. Ve sonu galip ihtimalle beraatle sonuçlanacak olan Pamuk davası, pire deve yapılarak dünya basınına taşınıyor ve çarpıtılıyor.
Fikir özgürlüğü
Çok yaldızlı bir ifade. İnsanın düşüncelerini korku ürkü duymadan, çekinmeden söylemesi, yazması çok güzel bir şey. Lakin soruyoruz. Fikir özgürlüğü adına her şey söylenebilir mi? Mesela hoşlanmadığınız, kızdığınız bir şahsa, gazeteye, televizyona, siyasi partiye, ırka, mezhebe, dine, millete, ülkeye küfredip, hakaret edip, alay edip bu fikir özgürlüğüdür diyebilir misiniz? Şayet cevabınız müsbetse (mevcut durumda öyle görünüyor) o halde siz de herkes için her şeyi diyebilirsiniz.
Ama yukarıda da dediğimiz gibi dava açmak da bir işe yaramıyor. Aksine daha fazla reklama ve tepkiye sebep oluyor. Kısaca yasaklarla bir yere varılmıyor.
Demokratik tepki ve mücadele
Pamuk davası normal olarak demokratik tepkileri de beraberinde getirdi. Ermeni konferansının ardından husule gelen tepkilerden sonra ikinci büyük katılımlı demokratik tepki, bu dava münasebetiyle gerçekleştirildi. Ancak mezkur muharririn arabasına atılan bir iki yumruk, Türk basınının gerçek yüzünü açığa çıkardı. Basın 70 milyonu tahrik eden asılsız, iftira olan, yabancılara hoş görünmek ve kendi reklamını yapmak amacıyla söylenen esas suçu bir kenara bırakıp tepkide haklı olanlara yüklendi. “Kim bunlar?” diyenler oldu. Gerçi kimin ne olduğunu öğrenecekler ama kendilerinin kim olduğu malumdur.
Tepki gösterenlerin de hataları oldu. Çürük yumurta atmak tamam, döviz çıkartmak tamam, hatta sulogan atmak, Bedri Baykam gibi karikatürlü pankart çıkartmak da tamam. Ama iş harekete, fizikî kuvvete gelince değişiyor. AB destekçisi basın feryadı basıyor. Neticede durum yararımıza olmuyor. Halbuki durumu yararımıza çevirmemiz lazım. Basına malzeme, bahane, sebep vermemek lazım.
Ayrıca “ya sev ya terk et” gibi suloganları da kullanmamak lazım. Bilindiği üzere bu sulogan ABD’de 1940-50’li yıllarda had safhada olan anti komünist Mak Karti (Mac Carty)’ciliğin “Love it o leave it” suloganının tercümesidir. Geçenlerde Fıransada da kullanıldı. Yine bilindiği üzere ABD, toplama bir cemiyettir, hâlâ millet olamamıştır. Halbuki biz bir milletiz ve milletimizin yüzde 99.9’u müslümandır. Cezir safhasında Kafkasyadan, Balkanlardan ve sair yerlerden gelen topluluklar bizden birileridir, bizim birer ferdimizdir. Hepsi bu vatanın evladıdır. Göçmen değildir. Şunu da söyleyelim ki, Orhan Pamuk gibiler şu veya bu topluluktan olduğu için böyle konuşmuyorlar. Türkiye Cumhuriyetinin 1938-65 arasında bizzat uyguladığı kültür politikası, başka deyişle kültür devriminin ürünleri oldukları için böyle konuşuyorlar.
Biz her zaman şunu yazdık. Tepkilerde kanunu dışına çıkmayalım, medenî tavırlardan vazgeçmeyelim. Bunun yazmamızın amacı sırf kanunlara aykırı davranmamak değildi. Aynı zamanda durumu aleyhimize çevirmemekti –ki, muradımızda ne kadar haklı olduğumuz bu hadiseyle bir kere daha tasdik edilmiş oldu.
Evet. Bu dava da bazı kayıtlarla demokratik mücadelemizde önemli bir dönüm noktası oldu. Bundan çıkaracağımız derslerle yolumuza devam edelim. Başaracağız, başarıyoruz. Artık onlar düşünsün.