Tam da AB, Türkiye hakkındaki klişe raporunu yayınlamış ve Türkiye’de kendi uydurduğu azınlıkların yine kendi uydurduğu haklarının yeterince gözetilmediğinden ahkâm kesiyordu ki, bir şey oldu! Öyle bir şey ki, bu raporu onlara resmen “yedirten” cinsten. Kamuoyuna yansıdığı şekliyle Fransa’da iki Afrikalı çocuk Fransız polisi tarafından kovalanırken saklandıkları elektrik trafosunda ölü bulunmuşlardı.
Bu olayın ardından Fransız nüfusunun neredeyse yarısını teşkil eden Afrikalılar ayaklanmış ve “aşkın, modanın, medeniyetin başkenti” olarak lanse edilen Paris’i yakıp yıkmaya başlamışlardır. Bu olaylar üzerine kırkbeş yıl sonra Fransa’da olağanüstü hal ilan edilmiş, sokağa çıkma yasağı getirilmiş ve temel hak ve hürriyetler sınırlandırılmıştır. Türkiye’de terör sebebiyle ilan edilmiş olan olağanüstü hali ve temel hak ve hürriyet sınırlandırmalarını yıllarca eleştiren, insan hakları ve demokrasi dersi veren Fransa, işin ucu kendisine dokununca birden söylediklerini unutuvermiş ve can derdine düşmüştür. Üstelik vatandaşı olan eylemcilere “pislik” diyecek kadar aymaz ve ırkçı bir tavır da takınabilmiştir. Bu olay daha sonra Belçika’ya ve Almanya’ya da sirayet etmiştir. Buralar da ırkçılığın “anavatanı” sayılır.
Yukarıda bahsettiğim üzere bu olayların zamanlaması tam isabet olmuştur. Avrupa’nın her attığı “bumerang” geri dönüp kendisini vurmaktadır. Yıllarca Türkiye’ye karşı besledikleri siyasal İslamcı-hilafetçi örgütlenmeleri, 11 Eylül olayından sonra ABD’nin karşısındaymış gibi gözükmemek için yasaklamak zorunda kalmışlardır. Türkiye’deki teröre karşı alınan hukuki, siyasi ve askeri tedbirleri eleştiren İngiltere, “küçük beslemesi” siyasal İslami örgütlerin bombalı saldırılarına hedef olması üzerine, sırf “haklı görünüş” sebebiyle tam “doksan günlük” tutuklama gibi ölçüsüz ve insan haklarına aykırı hukuki düzenleme getirmekte sakınca görmemiştir. Hatta “süper” İngiliz polisi terörist Arap sandıkları bir Brezilyalıyı öldürmüştür. Bu olay, Irak’ta görev yapan ABD’li topçu bataryasının gece çölde hareket eden şeyleri düşman sanıp ateş açması, ancak sabah vurduklarının develer olduğunu anlaması gibi trajik-komiktir. Yıllarca Türkiye’de yargısız infaz var diye feryat eden Avrupa’nın düştüğü perişan ve komik hali seyre değerdir. Yine yıllarca destekledikleri PKK kendi ülkelerinde, kendi emniyet güçlerine ve yabancı diplomatik temsilcilere saldırdığı, bina ve araçları tahrip ettiği zaman, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmak, olup biteni hazmetmek zorunda kalmışlardır. Yaşanan diplomatik kriz ve sosyo-politik gerginlik ve maddi zarar da cabası olmuştur. Daha önce yine Fransa, küçük beslemesi Ermeniler Orly Havaalanı’nı bombalayıncaya kadar Ermeni terörüne ev sahipliği yapmıştır. Bombalama eyleminden sonra ise işi siyasallaştırmaya ve sözde soykırımın hukuki ve siyasi meşruiyet zeminine oturtulması için çaba göstermiştir. Bakalım ne zaman Ermenilere de pislik diyecekler. Sözde “doğu sorunu” kesilip atılmadıkça bunun gerçekleşmeyeceği malumdur.
Bütün bu çelişkiler ve Avrupalıların “vurdumduymazlığı” aslında Avrupalıların “biz üstünüz, bizim yaptığımız doğrudur, bizden olmayan barbardır ve bize uymak zorundadır” şeklindeki “hasta” bir zihniyetin ürünüdür. Bu zihniyet de aslında tarihi bir yanılgıya dayanmaktadır. Roma İmparatorluğu zamanında “civil-gens” (medeni-yabani) şeklinde yapılan hukuki ve siyasi ayrım ve “dünyanın Roma’dan ibaret olduğu” anlayışı tüm bu yanılgının temelidir. Cicero, Roma vatandaşlığını kastederek “dünya vatandaşlığı” fikrini ortaya atmıştır. Gerçekten bugün, dünya vatandaşlığı Avrupa dışında kendi milli kimliğini bırakıp Avrupalı gibi olma şeklinde tecelli etmektedir. Darwin’in üstün ırkın yaşamını idamesi için aşağı ırkların yok olması”, Marks’ın “Asya tipi üretim tarzı” ve “barbar ve yarı barbar” olarak isimlendirdiği “köylü doğu ülkelerinin, burjuvanın medenî Batısı’na muhtaç olduğu”, Hegel’in “bireyin devlet için olduğu, özgürlüğün ve mülkiyetin kaynağının devlet olduğu ve bireysel hürriyetlerin sınırının devlet olduğu ancak devletin bir sınırının bulunmadığı” gibi görüşleri, Karl von Savigny’in “halk ruhu” görüşü Avrupalıların “sanal” üstünlüklerinin dayanaklarıdır. Yoksa “The Erdoğan” misali “alt kimlik-üst kimlik-yeşil kart” çelişkisi yaşamamaktadırlar.