Bizim cumhuriyetimizin başlangıç yıllarında dostumuz olan ve kendisi şahlık rejimiyle yönetilen bir komşu ülke devrim yapıp cumhuriyete geçtiğinde İslam devleti oldu diye birdenbire düşman gibi algılanmaya ve gösterilmeye başladı. Halbuki bu komşu asıl şahlık zamanında İslam devleti idi ve asıl o zaman küresel düzenbazların elinde oyuncak oluyordu.
Aylık bir gazetede yazanlar hiç tasalanmasın! Bu ülkede öyle kolay kolay gündem değişmez. Böyle iktidarlar varken; hele böyle bir muhalefet varken. Bu hükümet ne kadar şanslıymış ki karşısındakiler hiçbir konuda derinleşmemiş ve hiçbir sorun ile ciddi olarak ilgilenmemiş. Sanırsınız ki muhalefetin iktidarla gizli bir anlaşması var. Bir başka parti girmesin de meclise, böylece vaziyeti idare edip gitsinler diye…
Meclisteki tek (ve dolayısıyla ana) muhalefet partisinin sözcüsü olan bir kişi, “tebessüm” denilen, duygulu insanlara has bir nitelikten yoksun bir kişi çıkıyor, benim adıma eleştiri yapıyor. Şimdi ben, hükümet edenleri beğenmiyorum diye, her haliyle (konuları, edası ve bilgisi ile) sevimsiz olan bu şahsın yanında mı olmalıyım? Ona paralel mi davranmalıyım?
Dünyadaki olaylar karşısında, oturup da bir gün bile kafa yormamış olan, ülkemiz etrafında günden güne daraltılan siyasi çemberin ne olduğunu görmek ve anlamak istemeyen, “bu işleri nasıl olsa müttefiklerimiz bizim adımıza düşünüverirler” gafletiyle uyuyan ama sıra “çağdaşlığa” gelince komşu devletleri bile incitecek pervasız bir üslup ile konuşmaya başlayan şu parti sözcüsüyle nasıl beraber olabilirim?
Küresel propaganda odaklarının afyonunu yutarak -her işi bırakıp- komşu ülkeleri hasım ilan eden hatta onların devlet onurunu çiğneyecek sözcükler kullanan politikacıların (!) yanında ne işimiz olur ki?..
Bizim cumhuriyetimizin başlangıç yıllarında dostumuz olan ve kendisi şahlık rejimiyle yönetilen bir komşu ülke devrim yapıp cumhuriyete geçtiğinde İslam devleti oldu diye birdenbire düşman gibi algılanmaya ve gösterilmeye başladı. Halbuki bu komşu asıl şahlık zamanında İslam devleti idi ve asıl o zaman küresel düzenbazların elinde oyuncak oluyordu.
Yeni rejim geldiğinde Allah’tan her iki taraftaki aklı başında bazı devlet adamlarının basireti sayesinde emperyalistlerin oyunlarına gelinmedi ve gerginliğin fazla artmasına izin verilmedi. Peki buna rağmen aradaki soğuk rüzgar nereden esiyordu? Altı ana ilkesi içinde milliyetçilikten bucak bucak kaçan, halkçılığı halka tepeden bakma olarak algılayan, devrimciliği taklitçilik sanan, devletçiyiz deyip devletin temel felsefesinden çok uzakta duran, cumhurdan habersiz bir cumhuriyetçilik güden ve böylece eli boşta kalınca geriye kalan tek ilkeye tutunmaya çalışan insanlar gerginlikten pay çıkarma gayreti içine girmişlerdir.
Geniş bir ufku olmayan, üstelik tarihine de içtenlikle göz atmayan kişiler ta 1639 yılında yapılan Kasrışirin antlaşmasıyla çizilen hudutlarımızın her iki devlet tarafından özenle korunduğunu bilmezden geliyorlar. (Üstelik bu barış antlaşmasıyla Şiilerin Sünnilere ve özellikle sahabeye sövmeleri yasaklanmış ve bu karara da tamamen uyulmuştur; bilinsin!)
Yine bizim devlet adamlarımız 1937 yılında Sadabad paktının kurulmasına önderlik ederek –öyle lafta değil- gerçek manada bir ağabey devletin temsilcileri olduğunu göstermişlerdi. Bu pakt, o tarihte dünyayı sarsan cepheleşmelere rağmen bir denge unsuru olarak varlığını sürdürmüştür. Gerçi bu paktı imzalayan dört devletten ikisi, (Afganistan ve Irak) sonraları, gerek başındakilerin aymazlığı gerekse vurguncu emperyalistlerin sinsi tertipleri yüzünden açık düşmüşlerse de geriye kalan ikisi (Türkiye ve İran) köklü kültür yapıları sayesinde şimdilik kimsenin doğrudan dokunmaya cesaret edemediği iki devlet olarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Ülkemizde gerçek aydın yetişmesini önleyecek bir zihniyete prim verenler, Atatürkçülük gibi İslamı da istismara yeltenen az gelişmiş kafaları, ön plana çıkaracak şekilde şu verimli eğitim alanını kısırlaştırmışlardır. Burada da yine, özüne yabancılaşmış medya başrole soyunmuştur.
Herkes şaşkın nazarlarla birbirine bakıyor, son günlerde… Kendilerini gazeteci olarak tanıdığımız bayanlar bir televizyon kanalında, sorgu yargıcı edasıyla, bir genç hanıma, tahsilini (yüksek öğrenimini) yurt dışında tamamlamak zorunda bırakılmış bir genç hanıma -kelimenin tam manasıyla- saldırıyorlar. Peki bunlar neden saldırgan olmuşlar? Çevrelerinde hiçbir aklı başında insan çıkıp da “Bu davranışınızdan vazgeçin! O çok özendiğiniz ileri toplumlarda da böyle saygısızca tavırlar ayıplanır; zor durumda kalırsınız” demiyor. Demek ki çevrelerinde gerçekleri yüzlerine karşı söyleyecek çapta ve karakterde kimse yok. Dostları da yok onların doğruyu gösterecek…
Ne olurdu sanki bir an için düşünselerdi AİHM tıpkı diğer batılı kurumlar gibi İslam ve Türklük hakkında ön yargılardan kurtulamayıp hukuktan çok siyasal ağırlıklı bir karar verebilir. Üstelik mahkeme, dava konusunu sınırlı tutup öncelikle bir kişinin “mevzu kurallara riayeti” açısından hüküm vermekle kısıtlı görüyor kendisini. Hiç değilse bunu bir an olsun düşünselerdi ön yargı ile davranıp acıklı bir durum sergilemezlerdi. Herhalde “AİHM türban sorununa son noktayı koydu” gibi basitlik kokan manşetlerden çok etkilenmişler ve böyle bir görüşü şaşmaz sanmışlar.
Bir hanıma sırf başı örtülü diye hakaret etme hakkını kendilerinde görebilen bu -kadın- gazeteciler, bırakınız Türk töresini, acaba aile terbiyesi sınırlarını zorlamış olmuyorlar mı? Gerçekten acıklı bir durum. Batılı olsun Doğulu olsun bilim ve fikir adamlarının “mekteplerinden” feyiz almak gerekir. Erdemler ancak böyle filizlenir.
Çok da şaşırmamak lâzım. Kulaktan dolma bilgilerin sürümü fazla olan yerlerde herkes her şeyi bilir (!)
Bu çarpıklığı ortaya koyan sayısız örnekler vardır. Ne gibi değerlerin örtüldüğüne, geriye itildiğine bakmak lazım. “Varlık ve zaman” konusunun ustalarından olan bir felsefeci (Heidegger) nedense aydınlarımız arasında pek tanınmaz. Yine varoluşculuk (egsistansializm) felsefesinin kurucularından Danimarkalı filozof Kierkegaard nedense bilinmez. Ama hemen herkes, edebiyat alanındaki eserleri dilimize çevrilmiş bulunan Sartre’ı bu görüşün öncüsü olarak ileri sürer.
Bu bizim yetişme tarzımızın doğal sonucudur. Piyasada fazla dolaşanı, sürümü çok olanı hepimiz tanırız. Araştırmayı sevmeyiz. Ataletten kurtulmayı istemeyiz ki gerçeği araştıralım.
Bakınız! Afganistan ve Irak’ın işgaline gerekçe olarak gösterilen “kitle imha silahları”nın oralarda bulunmayıp tam aksine işgalciler tarafından kullanıldığı ortaya çıktığı halde, bu konuda hep gerçekleri savunmuş olan yazarları fanatik İslamcılar, Türkçüler olarak göstermek densizliğini yapan basın mensupları hiç utanmadılar. Hem de izlemekten zevk duydukları ABD’nin, gazetecileri “Maalesef biz de bu oyuna alet edildik” dedikleri halde… Her ne kadar “aldatıldık, yanıldık” demek milyonlarca masum insanın, çoluk çocuğun, kadınların işkence ile öldürülmesine mazeret olamazsa da yine de onlar hiç değilse özür dilemek erdemini unutmamışlar.
Bizim medyadan da böyle haysiyetli kişilerin çıkmasını umutla bekleyeceğiz.
Bu yazı vesilesiyle, yine de demagojiye sarılarak şimdi de bizi -o, bir türlü aslını esasını öğrenemedikleri- laiklik kavramına karşı gibi göstermeye kalkarlarsa hiç şaşırmayın.
Acz içinde olanların her zaman başvurdukları silah budur. Demagoji, mugalata, yanıltmacılık; artık nasıl söylerseniz.