Susurluk, tam anlamıyla devletin yaptırdığı bir komploydu. Yani bu komplo da, devletin doğrudan bir ilgisi varmış deniliyordu. Diyelim ki ilgisi olanlar ya da varmış gibi gösterilenler, başka bir anlayışın rahatlaması adına mı, ortaya saçılmışlardı? Yoksa onlar, halının altındaki tozlar mıydı? Ya da evin kirli çamaşırları mıydı? Belki de evin haylaz çocuklarıydı..Sahiden bu ülkede, Susurluk ile birilerinin rahatlaması mı isteniyordu?
Fasa fiso denilen sözcükler, Türkiye’de kamuoyunun önüne, böylesi boyutta ilk kez, Necmettin Erbakan tarafından taşınmıştır. Elbette Erbakan, sıradan bir kişi değildir... O, bu ülkede belirli bir düşüncenin, yaklaşık otuz yıl boyunca liderliğini yapmıştır. İşte bu anlamda, sıradan bir insan değildir. Üstelik Necmettin Erbakan, “fasa fiso” sözcüklerini kamuoyunda basına karşı dillendirdiği zamanlarda, başbakan değil miydi? Böyle bir adam, niçin ve ne diye “fasa fiso” diyordu? Acaba, Erbakan’ın siyasi bir derinliği yok muydu? Ya da Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu, Türkiye Cumhuriyetini çok mu seviyordu? Necmettin Erbakan’a siyasi anlamda yakın olanların çoğu, MNP, MSP ve bunlara benzer partileşme süreçlerinde, adli anlamda sorunlar yaşamamışlar mıydı? Erbakan başbakanken, devletin içersinde belirli bir organizasyonlar varsa, bu duruma, niçin “fasa fiso” diyordu? O, elindeki başbakanlık makamını, ne olursa olsun muhafaza mı etmek istemişti? Yoksa ona birileri; “sakın ha, konuşma, sonrasını bilemeyiz” mi demişti? Necmettin Erbakan halen hayatta, bu konudaki bildiklerini, kolaylıkla da anlatabilir. Üstelik, Allah korkusunu taşıdığını sürekli kamuoyuna yansıtmış birisinin, eğer devlet içersinde olumsuz bir şey varsa ve bunu biliyorsa, anlatması da lazımdır. Gerçekten böyle bir durum varsa, kafasının içindeki yükle, öbür tarafa gitmemesi gerekir diye de düşünüyoruz. Diyelim ki Erbakan, bu konuda sustu. Bu ülkede, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, başbakanlık yapmadılar mı? Şu anda Recep Tayyip Erdoğan, ne yapıyor? Bu şahsın, görevi nedir? Sadece, yurt dışında gezmek midir? Yoksa R.T.Erdoğan’a, kimse bilgi vermiyor mu? Daha önceki başbakanlara da, bu konuda hiç bir bilgi verilmedi mi? Bu adı geçenlerin hiç birisini, kimse dikkate mi almadı? Ya da bilgi verildi de, verilen bilgiler sonucunda, dağ fare mi doğurdu? O nedenle mi, bu konuda kimse konuşmaya tenezzül etmedi? Onlardan Bülent Ecevit, bazen ülkemiz üzerindeki ABD baskısı ile CİA politikalarına dokunmaktadır. Süleyman Demirel ise, sadece herkesin bildiği ve yapısı gereği her zamanki gibi, içi boş olan laflar üretmektedir. Türkiye’de bazı bölücülerin ve ülke düşmanlarının iddiyalarına göre, devlete rağmen devlet içinde güçlü ve organize bir milliyetçi oluşum olsa, bunu CİA, ortaya çıkarmaz mı? Hem de ellerini ovuştura ovuştura ortaya çıkarır ve de çıkardıktan sonra da, sıcağı sıcağına bu bilgileri, yönlendirdiği kişiler aracılığıyla, malum medyaya ışınlar ve oralardaki bazı CİA sever kişiler eliyle de, komplo teyorilerini de ülkeye lağım fareleri gibi peşi sıra salarlar. Artık, bu lağım farelerini yakala yakalayabilirsen. Tüm bu gerçeklerden sonra, öyleyse Türkiye’de, ne olmuş olabilir? Son yirmi beş yılın ürünü olan, köşe dönme fikrinin de rüzgarıyla, Türkiye’de devletin içersinde üç-beş kişinin çıkarcı bir kumpası geliştirilmiş olabilir! Ya da üç beş kişinin kendi mantıklarına göre, vatan kurtarma edebiyatının bir pozisyonu da olabilir! Tüm bunların da dışında, ülkemizin her kademesine sızmış olan CİA yönlendirmeli purovakatif çabalar da var olabilir. Genel olarak, Türkiye’deki pek çok olumsuzluğun içersinde, CİA yönlendirmeli unsurlar son altmış yıllık süreçte sürekli etkili olmuş ve bu bağlamda, milli çıkarlarımıza ters düşen faaliyetler de meydana getirilmiştir. Acaba CİA ve yerli adamları, Susurluk aşamasında da var mıydı? Örneğin onlar, A.Çatlı’yı Avrupa’dayken hiç izlemediler mi? Aynı şekilde, Türkiye’de de izlemiyorlar mıydı ya da izletmiyorlar mıydı? Kaldı ki, Çatlı’nın bu ülkede, bazı kişilerle görüşmesi ve cep telefonlarıyla irtibatta olması, CİA’nın ya da yandaşlarının bilemeyeceği şeyler miydi? Bucak-Çatlı-Kocadağ veya başkaları, elbette bir ilişkinin çerçevesinde hareket etmiş olmalılar. Bize göre burada, yani Susurluk’ta, gerçek manada üç kişinin ortadan kaldırılma eylemi vardır. Orası bir kaza yeri değildir; ortadan kaldırma güzergahı olarak seçilmiştir. Bu seçilmede, CİA ya da yandaşlarının pozisyonu iyice incelenmelidir. Eğer bu inceleme yapılamıyorsa, bilhassa Abdullah Çatlı’nın millilik çizgisindeki hedefleri, çok iyi araştırmalıdır. Bu hedeflerin, Türkiye içersinde ya da dışarısındaki konumu ile CİA’ya ters düşüp düşmediği konusu da, iyi bir şekilde etüt edilmelidir. Bunlar yapılırsa eğer, ülkemizdeki bu çeşit gizemli ve anlaşılmaz gibi görünen bazı ilişkilerin çözümü de, çok daha kolay olabilir. Yoksa bulanık suda balık avlamaya çalışanlar, sadece kendilerini aldattıkları yetmiyormuş gibi, evlerinde sürekli balık bekleyen insanları da aldatırlar. Ne yazık ki, Türkiye’de hep böyle olmuştur. Bu bulanık su anlayışı ve kafasının talimatıyla gidilirse, kaçınılmaz bir şekilde durum, hep böyle de olacaktır. Öyleyse ne yapılmalıdır? Önce, Türkiye’deki hakimiyetin, hangi güçlerin elinde olduğu, bu güçlerin ekonomik veri tabanlarının neye dayandığı anlaşılmalıdır. Bu anlaşılırsa eğer, çıkara yönelik ekonomik gücünü kaybetmek istemeyenlerin, bu ülkede neler yapabileceği, hangi boyutta tezgahlar kurabileceği gerçeği de ortaya çıkarılabilir. Yoksa laklaklarla, bu çeşit işler sonuçlandırılamaz. Sonuçlandırılması da hiçbir zaman mümkün olamaz..Bize göre Necmettin Erbakan, o dönemde bu konuyla ilgili olarak, bulunduğu makamın imkanları ve bilgilenmesinin de sayesinde, doğruyu söylüyordu ya da söylemeye çalışıyordu. Yani, Susurluk olayı, onun dediği gibi, aslında tam anlamıyla bir “fasa fiso”ydu. Bazılarına göre de bu “fasa fiso”söylemiyle, kasıtlı olarak ülkede dengeler değiştirilip, hedefler saptırılmaya çalışılıyordu. Aslında onlar açısından Susurluk, tam anlamıyla devletin yaptırdığı bir komploydu. Yani bu komplo da, devletin doğrudan bir ilgisi varmış deniliyordu. Diyelim ki ilgisi olanlar ya da varmış gibi gösterilenler, başka bir anlayışın rahatlaması adına mı, ortaya saçılmışlardı? Yoksa onlar, halının altındaki tozlar mıydı? Ya da evin kirli çamaşırları mıydı? Belki de evin haylaz çocuklarıydı..Sahiden bu ülkede, Susurluk ile birilerinin rahatlaması mı isteniyordu? Bu rahatlamadaki ana faktör, o dönemde PKK’nın üzerindeki Tansu Çiller-Doğan Güreş-Mehmet Ağar üçlemesinin uyguladığı, hükümet-asker-polis basıncındaki anlayışın kırılması ya da azaltılması mıydı? Belki de, gelişmesi beklenen ülkemizdeki Türk milliyetçiliğinin önünü tıkayıp, bu anlayışın yükselmemesi için, o yöne doğru, iftira ve çamur atma kampanyalarının yükseltilmesiydi? Hedef, gerçekten neydi? Eğer işin içinde devlet varsa, var olan bu devlet, kendi bünyesine zarar gelmesin diye, bazı mihrakların pislik adını verdikleri Susurluk olayını, olay mahallinde kolay bir şekilde gömemez miydi? Yani, Susurluk komplosundaki pek çok olumsuz olarak lanse edilen şeyi, değil gün ışığına çıkarmak, elindeki imkanlarla gece karanlığına çeviremez miydi? Gerçi ışık konusunda birileri, ülkedeki her şeyi, mum ışığına çevirerek rahatladılar. Bu süreçte, PKK’da, iyice rahatladı ya da rahatlatıldı. Pek çok olumsuzlukları ortak bir şekilde yaptıkları söylenen üç kişi, devletle bu anlamda, yani güvenlik sıtratejisinin gizliliği anlamında, gerçekten ortak bir şekilde çalışıyorlarsa, devletin her hangi biriminin dünyaya bu durumu, ulu orta açıklaması mümkün müydü? Hangi devlet buna izin verirdi? Üstelik devletin o alanda sıtratejisini çizdikleri söylenen, daha üst makamlardaki gizli eller, eğer kaza basit bir olaysa, bir kamyonun tesadüfi çarpmasının bir sonucuysa, bunu bölgesel anlamında, ört bas edecek güce sahip değiller miydi? Yine o malum gizli eller olarak nitelediğimiz üst düzeydekiler, bu kazanın bu kadar dillendirilip, ortaya konulacağını da mı hesap edemediler? Bunu da hesap edemiyorlarsa, her halde onlar bırakın insanları yönetmeyi ya da yönlendirmeyi, bu ülkede üç-beş koyuna bile çobanlık yapabilirler mi? Hatırlayın! Susurluk balonunu..Orada ölen üç kişiyi ve yaralanan milletvekilini...Kimlerdi bunlar? O araçta bulunmalarının nedeni, birliktelikleri, pozisyonları neyin ürünü ya da sonucuydu?Aslında kazada ölen bayanı bir kenara bırakırsak, arabadaki diğer üç kişinin, aynı aracın atmosferinde, sıcaklığında ve vücutlarının birkaç metrekarelik alanda saatlerce beraber seyahat etmeleri ve de etmedeki istekleri, neyin sonucu olabilirdi? O üç kişinin bir arada, aynı ortamın oksijenini soluma sürecindeki birlikteliğinin nedeni, acaba neydi? Bunların ekonomik, sosyolojik ve diğer hangi anlamda ortaklıkları vardı? Ya da gerçekten var mıydı? O üç kişinin düşüncelerinin beslenme kaynağında, fikir bazında da, bir ortaklıkları bulunuyor muydu? Yoksa ilişkileri, bir ekonomik kazanca dönük bir faaliyetin, ortakça paylaşımının neticesi miydi? Bu da size inandırıcı geliyor mu? Hangi açıdan? Olayın en önemli kahramanı olarak gösterilen Abdullah Çatlı adına, anlamlı geliyor mu? Konuyu biraz daha açayım. Türk milliyetçisi olduğu söylenen Abdullah Çatlı, solcu ve Alevi bir polis şefi olarak tanınan Hüseyin Kocadağ ve de aşiretinin konumu ve kökeni de bilinen Siverekli Sedat Bucak! Bu farklı yapıdan ve kümeden gelen üç kişinin ilişkileri, rant paylaşımına yönelikse eğer, sadece bu durum doğru bir tespit olabilir mi? En azından Abdullah Çatlı açısından, bu kesinlikle doğru değildir. Nasıl değildir? Çözümü gayet basit, Abdullah Çatlı’nin kaç tane evi var ki? Onun evleri, boğazda mıdır? Bunlar; yalı mıdır, köşk müdür? Yoksa bir türlü bulunamayan ve görülemeyen bu evler, buhar mı olmuştur? Belki de Abdullah Çatlı’nın dolarları vardı(?) Peki öyleyse onlar nerede? Bankalarda mı? İsviçre de mi? Belki de toprağa gömmüştür(?) Hangi toprağa? Kızıl toprağa ya da kara toprağa mı? Halen ölmüş bulunan ve artık maddi anlamda cevap veremeyecek konumda olan Abdullah Çatlı üzerine, Türkiye’deki ne kadar pislik varsa, atılmadı mı? Diyorlar ki Abdullah Çatlı, şunu yapmış, bunu yapmış; peki, tüm bunlar doğruysa eğer, para karşılığında mı yapmış? Para için yaptıysa, bu paralar nerede? Türkiye’deki malum basın, her şey üzerine bilgi verirken, niçin Abdullah Çatlı’nın bu yönü üzerinde bilgi veremiyor? Yoksa, Abdullah Çatlı’nın parası yok muydu? Öyleyse Abdullah Çatlı, her şeyi niçin yapmıştı? Zevk için mi yapmıştı? Vatan için mi yapmıştı? Millet için mi yapmıştı? Bedava, hiç bir şey yapılır mı? Ülkesini çok sevdiğini söyleyen, her çeşit bürokrat veya memur, hiç bedavaya çalışıyor mu? Böylesi kişilerin bedava çalışmadığını hepimiz biliyoruz. Örneğin 12 Eylül’ün baş aktörü Kenan Evren, Marmaris’teki evini hangi parayla yapmıştır? Efendim maaşıyla... Evet Kenan Evren’in bir mesleği vardı ve üniforma taşımıştı. Üstelik kırk küsur yıl taşımıştı. Ama o, üniformayı bedava mı taşımıştı? Hayır, elbette maaş almıştı. Yani vatanı kollamanın da az ya da çok bedeli vardı. Adam Diyanet mensubu. Allah için çalıştığını beyan ediyor? Bedava mı? Hayır, elbette bir ücreti var. İster maaş deyin; isterseniz başka bir şey. Hayatta her şeyin bir maliyeti olduğu söyleniyor. Aynı zamanda, ülkemizin sorunlarını düzelteceğini söyleyen ve iktidara gelen partililer, kadroları, belediyelerde görev alanları, hepsinin ama hepsinin aylıkları, bu milletin cebinden ve geleceğinden alınarak tıkır tıkır ödenmiyor mu? Abdullah Çatlı’ya her türlü pisliği kolayca atan malum gazetelerin sahipleri ve elemanları, köşe yazarları ve benzerleri, bu faaliyetlerini bedava mı yapıyorlar? Onlardan bazıları, boğazdaki yalılarda, köşklerde ya da evlerde yaşamıyorlar mı? Görüldüğü üzere vatanı kollamanın, Allaha ibadet etmenin, milleti kurtaracam diye iktidar olanların parasal maliyetleri varsa ve hiçbir şeyi bedava yapmamışlarsa, Çatlı’nın yaptıklarının da, bir maliyeti mi vardı? Peki bu maliyetin karşılığında Abdullah Çatlı’nin parası, köşkleri, yalıları bulanamıyorsa, bu adam niçin mücadele etmişti? Bunu, bu ülkede kime sormalıyız? Bunu en iyi bilecek olan ve parayla ilgilenen maliyecilere, vergi dayirelerine sormalıyız. Abdullah Çatlı’nın paralarını, mallarını açığa çıkarsınlar(!) Bu üç kişi üzerinde, Susurluk olayını kurgularsak; Abdullah Çatlı’nın ekonomik gücünün, şu ana kadar normal bir binadaki dayire dışında, maddi anlamda önemli bir varlık gösterilemediğinden, üç kişi arasındaki ilişkinin çıkarcılık açısından; yani ranta yönelik bir ilişki yönünden Çatlı boyutu lekelenemiyor. Hüseyin Kocadağ’ın ekonomik gücünün de büyük olduğunu sanmıyoruz. Sol görüşlü ve alevi kökenli olarak bilinen Hüseyin Kocadağ’ın bir emniyet mensubu olarak, Abdullah Çatlı ile varsa arkadaşlığı, aslında enteresan bir durumdur. Buradaki düğüm, eğer ekonomik değilse, politik değilse, acaba her iki kişi de Sedat Bucak’ın arkadaşlığının sonucunda mı bir noktada bulunmuşlardı? Gelelim Sedat Bucak’a? Kimdir bu Bucak? Güneydoğulu bir aşiret gurubunun üyesi değil midir? Aslında bu aşiretin 1978’lerde Celal Bucak döneminde, o zaman APO’cular diye anılan guruplarla, mücadele ettikleri bilinmektedir. Yani, Bucak aşiretinin bölücülüğe taviz vermediği, herkesin bildiği hususlardır. Bu aşiretin, Apocu-PKK çetelerine karşı tutumu, elbette önemli bir husustur. Fakat bu aşiretin milletvekili olan bireyinin, Abdullah Çatlı ile yan yana olması anti-bölücülük tutumlarındaki ortak bir anlayış mıydı? Anlamamız gereken asıl mesele olarak, bu durum gözükmektedir. Fakat nedense bu yön bu ülkede özellikle incelendirilmedi. Bu üç kişinin bir araya gelmesi elbette bir konudaki, ortak tavrın sonucu olmalıdır. Burada Hüseyin Kocadağ’ın Abdullah Çatlı’yı siyasi anlamda tanımaması da mümkün değildir? Tanıdığını var sayarsak, Abdullah Çatlı, önemli bir polis şefinin yanında bulunma kudretini nasıl sağlayabiliyordu? Aynı şekilde, Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı’yla niçin seyahat ediyordu? Bunlar hep gizemli sorulardır. Burada ana faktör gerek Hüseyin Kocadağ’ın, gerekse Abdullah Çatlı’nın maddi birikimleri ve kazançları üzerinde durmak olmalıdır. Bu birikimler, kayda değer oranda değilse, bu iki kişinin arkadaşlığı, milliyetçilik üzerine midir? Çatlı’yı herkes biliyor, fakat Hüseyin Kocadağ’ın Türk milliyetçiliği diye bir derdi olmuş mudur? Vardı da, dışarıya mı belli etmedi? Bu farklı kesimdeki iki kişinin arkadaşlığının temelinde, başka hangi çıkar ya da menfaat ilişkisi olabilir? Halen hayatta olan Sedat Bucak’ın bunlarla olan ilişkileri de bilinmezin diğer bir ucudur. Fakat benim asıl sorgulamak istediğim, bunlardan ziyade; bu üçlünün konumunu kamuoyuna farklı şekillerde anlatanlar ve o anlatma zeminini oluşturanlardır. Türkiye Cumhuriyeti daha öncede, sürekli belirttiğimiz gibi, 1945’den sonra Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına teslim edilmiştir. Bilhassa mali sermayeden, Anglo-Sakson kültürüne, askeri alanlardaki silah alımlarından dış politikaya ve gecikmiş teknoloji tıransferine kadar durum böyle değil midir? Bu açıdan bakıldığında, ülkemizdeki istihbarat birimlerinin bazılarını da malum anlayıştan kaçarı, kurtuluşu olmuş mudur? Türkiye’nin kendi istihbaratı içersindeki mücadeleler, yakın süreçte özellikle SSCB’nin dağılımından sonra, neyin ürünü olmuştur? Bu durumun yönlendirilmesinde CİA’nın sızmasının etkisi var mıdır? Daha önceki bazı yazılarımızda, üstü kapalı değindiğimiz gibi, CİA’nin bazı komünist ve milliyetçi geçinenlerin içlerine dahi sızdırılması nasıl etkili olmuşsa, acaba Türkiye’deki istihbarat alanında da böyle bir faaliyetler var mıdır? Yoksa bu nedenle mi, Talat Turhanlar ya da benzerleri, sürekli olarak bas bas bağırdılar? Aslında CİA’nın bu ülkedeki etkileri, 1980 öncesinde de, pek çok olayda yaşanmıştır. Bu konudaki bazı örnekleri ilerideki bir tarihteki yazımızda vereceğiz. Susurluk bir komplo muydu? Yani CİA’nın ve onun yanlısı olanların hesabının bir sonucu muydu? Niçin, ama niçin Susurluk gündeme getirilmişti? Yoksa Tansu Çiller döneminde, PKK’nın pili “Özel Tim” ağırlıklı bir mücadeleyle en alt seviyeye mi düşürülmüştü? Susurlukla “Özel Timcilerden” intikam mı alınmak istenmişti? Aynı mihrakların puropagandasıyla, basında ve kamuoyunda paspas yapılmak istenilen Özel Timciler ve ona yakın çizgide olanlara, bu ülkede ne oldu? Peki tüm bu durumlardan sonra ne yapıldı? Yoksa, açık ve gizli Kürtçülerin, bölücülerin, ülkenin birliğinden ziyade bozgunculuğunu esas alanların öncülüğündeki yönlendirilmelerin de etkisiyle, yoğun bir kampanya başlatılmadı mı?. Bu kampanyaya bir sürü saf insan da katılmadı mı? Böylece dolduruşa gelip de, dolmuşa binenlerin de etkisiyle gündem değiştirilmedi mi? Bunun sonucunda PKK’ın tekrar güçlenmesinin zemini mi oluşturuldu? Böylece PKK tekrar güçlü bir şekilde günümüzde dirilmiş mi oldu? Bak! Şimdi de aynı kafa, Şemdinli de değil mi? Oradaki olayların özünde PKK yok mu? Ya PKK’nın büyük hamisi ABD nerede? Barzani’nin, Talabani’nin cebene mi girdi? Kuş olup uçmasın sakın! Uyan Türk milleti uyan! Yoksa yeni Susurluk “fasa fiso”ları mı tezgahlanıyor? Öyleyse Şemdinli’deki olayda ya üç-beş kişinin çıkar faaliyeti ya da üç-beş kişinin vatan kurtarma muhabbeti ya da CİA uzantılı bir hareket mi var? Ne olursa olsun bölgede CİA yanlısı ve yönlendirmesi olarak tezgahlanan böylesi bayatlamış hareketler, Kürtçülüğün yükseltilip taban bulmasından da öte, başka bir amaca hizmet etmiyor. Her çeşit Kürtçü çok mutlu, ABD’nin bölgede ve Irak’taki hareketlerinden sorumlu olanlardan CİA, insanlığa düşmanlıkta günümüzün bir numarası değil midir? CİA uçağı, 15 Kasım 2005 günü İstanbul Sabiha Gökçen havaalanında ne arıyordu? Orada bu uçak, yaklaşık yirmi yedi saat ne yaptı? CİA uçağı Bakü’den niçin gelmişti? Tüm bunları da bırakalım. CİA ajanları ve onların uzantılarının benzer eylemleri, Şili’de, Arjantin’de, Birezilya’da, Nikaragua vb. yerlerde pek çok örnekleriyle de görülmüştür. Daha fazla örnek aramaya da gerek yoktur. Sonuçta bir “fasa fiso” üzerine kurulacak tezgahlarla, üç adım öteye gitmekte mümkün olmayacaktır. Buradan sadece CİA’nin bölge politikaları kazançlı çıkacak ve Kürtçüler de içlerinden kıs kıs gülecektir. Ülkemizde ki bazılarına da her zaman olduğu gibi “kına yakmak” nasip olacaktır. Onlara tavsiyemiz, Mısır çarşısına gitsinler de kınalarını oradan alsınlar. Şu uyarı da bizden, militan bir bölücünün bombalama gürültüsüyle öbür tarafa da gitmesinler... Çünkü Mısır çarşısı ve Mavi Çarşı gibi yerlerin geçmişteki akıbeti bellidir. Bunların sorumluları da bellidir. Yoksa çamur atacak bir Abdullah Çatlı bulsalardı, hemen de atarlardı. Bulamadılar; çünkü Çatlı artık ölmüştü.