“Artık Attilâ İlhan eserleriyle yaşayacak” denildi. .
Öldüğü gün atılan manşetlere bakıldığında, herkes onun ne unutulmaz şair olduğunu, nasıl gerçek bir Türk aydını olduğunu anlata anlata bitiremeyecek zannedildi. .
Oysa, gerçekte o sağ iken kaybedilmiş bir değerdi. Nitekim, aradan çok geçmeden Attilâ İlhan hakkında sayfalarda tek satır okunmaz, ona ait tek söz söylenmez oldu.
Çünkü magazinleşerek pespayeleşen ve böylelikle reyting almaya endekslenen sığ ekranlar, onun gibi nice engin kültüre ne sağlığında ne öldükten sonra yer vermişti.
Nitekim Attilâ İlhan’ın, en son TRT’deki programı da kaldırılmıştı. Çünkü bu ülkeye adrenalin aşılayacak milli programlar çok görülüyordu.
Ne diyordu, “Şu Çılgın Türkler” kitabının yazarı Turgut Özakman: “Biz Cumhuriyeti layıkıyla gençliğe anlatamamışız.” Evet. Bu ülkenin gerçek aydınları, ne hikmetse adeta bu ülkenin genciyle buluşsun istenmiyordu. Çünkü onlar, önce bu ülke diyordu.
Ve gerçek bir Türk aydını olan Attilâ İlhan, esas bilinmesi gerekeni şöyle açıklıyordu bir köşe yazısında:
“...Emperyalizm’in vazgeçemediği.
... o fikir bende, ilk defa nasıl ve nerede, bu kadar açıklığa ve netliğe kavuşmuştu? Geçen gün bunu düşündüm. Sanırım, Paris’ten son dönüşümdü; geminin kıç güvertesindeyim, çevremizde vahşi bir martı kalabalığı dönüyor; Marsilya limanı, her geçen an biraz daha uzaklaşmaktadır; mevsim ilkbahar, havada yağmur yüklü bulutlar; içimde birbirini tamamlayan, iki duygu:
1) Paris’e de Avrupa’ya da elveda; bir daha buralara gelmeyeceğim! (Gerçekten gitmedim)
2) İkincisi, daha da önemli: Batı yeni emperyalizm, (yani Hıristiyanlık yani ABD ve AB) iki şeyden asla vazgeçemez; dünya hakimiyetinden, bir; Doğu (Yani Müslüman, yani Osmanlı) düşmanlığından, iki! Sonuncusunun izahı, ilkinin içindedir: Huntington’ın da malum ve maruf eserinde belirttiği gibi, Batı’nın (yani Emperyalizm’in, yani Hıristiyanlığın) dünya hakimiyetine, en büyük engel Müslümanlıktır, Müslüman kavimlerdir; bunların en başında da Türkler (yani Osmanlı, sonra Cumhuriyet) gelir. 17. yy’da başlamış, “Karlofça, Pasarofça, vb.) 20. yy. Başında sona ermiş gibi görünen (Sevres), Türkleri (yani İslam’ı) Avrupa’dan kovma ve hiçe indirgeme planı Mustafa Kemal Paşa tarafından bozulmuştur. (Lausanne), Türklerin yaptığı, elbette yanlarına, bırakılmayacaktır.
Bunu hiç unutmadılar, gel gör ki SSCB inanılmaz bir tehlike haline gelmişti; onun için uygulaması, onun dağılmasından sonraya ertelenmişti.” [Yazının tamamı için bkz. Attilâ İlhan / Cumhuriyet Gazetesi/ 3 Haziran 2005]
Kendisiyle yaptığımız söyleşimizde ise diyordu ki:
“Bizim en büyük sıkıntımız, aydın dediğimiz insanlarımızın cahil olması. Bizde gerçek anlamda aydın yok. Bizde inanç aydını var. Sahici aydınımız yok denecek kadar az.
Ben aşağı yukarı 1950’den beri konuşuyorum. Aleyhimde bunca laf söylenmiştir. Ama kimse bir şey bulamamıştır. Çünkü ben çıkarıma göre konuşmuyorum. Doğru bildiğimi söylüyorum.
Çocuklar geliyor bana, hatta tesettürlü kızlar geliyor. Yaşları çok genç. Geçenlerde bana bir tanesi şiirini getirdi. Düşüncelerimiz ayrı ama bana şiirini getiriyor. Niye? Çünkü ben şiirine iyiyse iyi derim, kötüyse kesseler iyi diyemem. Buna inanıyorlar.
Benim özelliğim ne dersen, ben sahici aydınım. Ben sahici aydın olmaya çalışıyorum. Gerçek aydın böyle bir adamdır.
Sahici bir aydın, metot sahibi olan adam demektir. Metotlar değişebilir. Ama aydının özelliği metoduna göre düşünmek ve konuşmaktır. Diyelim ki diyalektik metodunu kullanıyorum. Diyalektik metoduna göre düşünür, sentezler yapar, bunları savunurum. Karşı fikirde olan metafizik metotta düşünen birinin ortaya attığı tezleri, ben fikir olarak cerh ederim. O adamı öldürmeye kalkmam. Ona düşman olmam. Yaşama imkanlarını yok etmem. Çünkü bu bir kere demokrasiye sığmaz, insanlığa sığmaz.
Ben aydını şöyle ayırıyorum. İnanç aydını vardır. Bilinç aydını vardır. İnanç aydınıyla sen aynı şeye inandığın sürece onlar seni göklerde gezdirirler. Ama birdenbire inancında düşüncende bir ihtilaf oldu mu derhal çamurun içine sokarlar. Bu “inanç aydını” tarifi her fikir ve ideoloji için geçerlidir.”
Dil konusunda ise İlhan’ın görüşleri şöyle:
“…Örneğin inanç aydını beni dil konusunda da eleştiriyor. Diyor ki,
“-Sen yazılarında Osmanlıca kelimeler kullanıyorsun”
“-Evet kullanıyorum. Hoşuma da gidiyor. Gençler de öğrensin istiyorum. Onun için kullanıyorum”
Çünkü dili öyle bir yere soktunuz ki, birçok şeyi ifade edemiyor çocuklar. Üç yüz kelimeyle konuşuyorlar. Ama netice ne oluyor?
Netice ben kazanıyorum. Benim okurumun onda biri yok onlarda. İşte bütün mesele bundan ibaret.
Ben Osmanlıca kelimeleri takır takır kullanarak “mumaileyhin” (kendilerine işaret edilenler anlamındadır) diyorum.
Bunu yaza yaza neticede dün bir mektup aldım. Çok hoşuma gitti.
“-Sizin söylemekten hoşlandığınız gibi, ben cihet-i askeriyeden bir Harbiye öğrencisi” diyor mektubunda. Ben de “cihet-i askeriye” demeyi seviyorum.
Çünkü “askerler” demek hoşuma gitmiyor. Bakıyorum “ordu” demek de olmuyor. “Silahlı kuvvetler” ayrı bir varlık. E peki ne diyeceğiz buna? Vaktiyle çok güzel bir kelime var:
“Cihet-i askeriye”
Anlamak için öğrensin keratalar. Nasıl takır takır İngilizce öğreniyorlarsa bunu da öğrensin gençlik. Bu da babasının, ecdadının dili işte. Kendi dili. Ben burada da ısrarlıyım. Öyle böyle ne oluyor, bazı kelimeler can buluyor. Havaya giriyor ve kullanıyorlar.
Bugün dil konusunda yanlış yapanlar, bu yaptıklarını Gazi’ye atfediyorlar. Bu yanlış. Hayır. Gazi vazgeçmiş. Bu kesin. Gazi 1936’da Falih Rıfkı’yı çağırmış. “Bu iş çıkmaza girdi, bunu düzeltelim” demiş. Ve düzeltmişler. Güneş-dil teorisi ortaya atmışlar. Gazi orada kestirmeden söylüyor:
“-Halkın konuştuğu dil Türkçe’dir.”
Eğer halk “mektep” diyorsa “mekteptir” kardeşim. Uğraşma artık. Gazi aynı zamanda “İlim dilimizi Türkçe yapalım” diyor.
Eskiden ilim dili Fransızca ile Arapça arasındaydı. Şimdi İngilizce gidiyor. Onu mutlaka Türkçe yapalım diyor. Gazi bunu 1930’larda kesiyor. Ama İsmet Paşa 1940’larda yeniden başlatıyor. İşte o yeni kelime diyenler İsmet Paşa’nın fikirlerini savunuyorlar.”