AB müzakerelerine başlamak için izin verilme şekli daha uzun süre tartışılacak gibi görünüyor. “Bunun daha nesi tartışılacak, uzun da olsa artık yolculuk başlamış sayılmaz mı?” demeyin! “Yokuşun başında mıyız yoksa inişe mi geçtik” diye sorular kafaları karıştırıyorsa bu işin arkasında bugün hâlâ açıklanmayan pürüzler olduğu düşünülmelidir.
“Uygarlıklar çatışmasının” kaçınılmaz olduğunu belirtmenin, bir bakıma bunu gerçekleştirme yolunda bir metod ve strateji olduğunu gözden ırak tutmamak, akıl sahibi olanlar için en tabii bir davranıştır. Bir konunun devamlı olarak işlenmesi ve gündemde tutulması, onun zihinlerde yer edip benimsenmesi için en kolay yoldur. Tartışmaktan fayda umanlar karşı tezin ne kadar taraftar toplayacağına fazla önem vermezler. Yeter ki tartışmaya değer bir konu olduğu böylece kabul edilmiş olsun. Zamanla, tezlerini güçlendirecek gelişmelerin ortaya çıkması ihtimali olduğunu bilirler.
Psiko-sosyal alanda böyle bir baskıyı üzerlerinde hissedenler ise bu korku senaryosu karşısında kendilerine emniyet sağlayacak konumlar ararlar. Üzerlerine gelmesi ihtimali olan şok dalgalarından korunabilmek için daha güvenilir yerler ararlar. Sığınma ihtiyacı ararlar ve kendilerini kayıracağını sandıkları güçlerin peşine takılırlar.
Bu neden hep böyle olur? Yahut da neden hep bazıları için böyle olur?
“Veren el alan elden hayırlıdır” denilmiş. Veren el olma çabasını göstermeyen, bağımsızlık savaşını göze alamayan toplumlar için işte hep böyle olur. Onlar birilerinin gölgesinde yaşamayı, bir hayat görüşü olarak benimseyip işin kolayına kaçmayı beceri saymışlardır.
Öte yanda böyle bir zilleti hiç kabul etmeyen, tam tersine cihana hak ve adalet düzenini getirmek için zorlu bir yolculuğa çıkan imanlı kişiler ve ancak bunların ardında yürüyen şerefli insanlar. Gittikleri yerlere, medeniyetin ve köklü bir kültürün ışığını götüren “alp erenler”.
Eğer bu değer yargıları tarih boyunca insanlığın hizmetine hiç sunulmamış olsaydı belki bizim dileklerimizi ulaşılmaz hedefler olarak gösterilebilirdi. Ama geçmişte bunlar yapılmıştır. Batı medeniyetinin kaynağı olarak görülen Avrupa’daki uyanışta ve dünyadaki önemli gelişmelerde böyle bir hareketin etkisi ve katkısı olmuştur. Hem de kuvvet merkezi-kulaktan dolma bilgilerlerle- daima küçük düşürmeye çalıştığımız önceki devletlerimizdir.
Ruslar çar I. Nikola döneminde kendi Ortadoğu projelerini uygulamaya başlayınca bundan rahatsız olan, daha doğrusu kendi çıkarlarına halel geleceğinden korkan Avrupa, Osmanlı’yı da yanına alarak Kırım savaşı ile onları durdurmuştu. Ancak kısa bir süre sonra Ruslar tekrar, Orta Asya’daki Türkistan hanlıklarını istila etmek için -aynı şimdiki emperyalistlerin taktiği ile- oralara “sivilizasyon” götüreceklerini söyleyerek Avrupa’nın çok demokratik (!) rejimlerini ikna etmeye çalışmışlardı.
Çöküntü döneminde artık oralardaki Türk Devletlerine sahip çıkacak gücü bulamayan Osmanlı’nın bu dönemden birkaç asır önce (XVI. asrın başlarında) onlara her alanda önderlik yaptığı bilinmektedir. Gerek Buhara Emirliği gerekse Hive Hanlığı, Hokand Hanlığı ve Kâşgar Devleti o zamanlar Osmanlı’nın sözünden çıkmazlar ve onun politikaları sayesinde aralarında iyi geçinme yoluna giderlerdi. Hemen hemen bütün Türkistan işbirliği içindeydi. Semerkand, Buhara, Hive, Ürgenç, Hokand, Taşkent, Yesi, Kâşgar, Yarkent, Turfan, Balasagun, Urumçi… Bütün bu kentler bahis konusu bölge içinde kalır.
Çok daha önceleri, Büyük Selçuklu zamanında buralarda Türk egemenliği bulunmakla beraber Moğol istilası buraları karıştırmış ancak yıllar sonra tekrar Timur zamanında doğu Türklüğü toparlanabilmiştir. Osmanlı ile Timurlu’nun birbirini gereksiz şekilde hırpalamasına yol açan kaçınılmaz savaşa rağmen biri batıdaki diğeri doğudaki Türkleri himayesine alabilmişler ve bu iki ayrı blok birbirine uzun süre omuz vermişlerdir. Daha sonra Özbekler yine bölgede hâkimiyet kurunca o dönemde Batı Türklerinin başında Yavuz Selim’in bulunması onlar için bir güven kaynağı olmuştur. Çaldıran savaşının en önemli siyasî sonuçlarından biri de “şia”nın Özbekler üzerindeki baskısının bir süre için kaldırılabilmiş olmasıdır.
Başlı başına bir tarih araştırmasını gerektiren bu konu üzerinde durmamızın sebebi “cihan hâkimiyeti ülküsü” taşıyan bir devletin nelere muktedir olduğunun belirtilmesidir.
Asya Türk devletlerinin kendi aralarındaki ilişkilerin karışıklığı bugün de görülmektedir. Üstelik oralarda kendi yaşam biçimini kabul ettiremese de dilini hâkim kılmış bir komünist emperyalizmin yerini alma yolunda olan bir kapitalist emperyalist şu anda çok faal durumdadır. Bu ikilinin çirkin emelleri üzerinde söylenecek çok söz vardır elbette. Fakat bizim artık bu “belgesel” maceraları tekrar izleyecek vaktimiz yok. Zamanımızı sürekli ağıt yakarak harcayamayız. Gelin artık, ne yapacağımızı konuşalım. Hatta konuşmayı da bırakalım; harekete geçelim. Yürüyüşe nereden başlayacağımıza, hangi yolu izleyeceğimize hemen karar verelim. En uzak yola bile bir adımla başlandığını biliyoruz. Öyleyse niye çakılmış gibi duruyoruz? İşte bu soruyu sorunca acı gerçek yüzünü gösteriyor. Sahne kalabalık ama tam manasıyla bir tulûat oynanıyor. Rejisör saklandığı yerden kıs kıs gülüyor: Onlarca yılını boş laflarla geçirmiş bir aydın (!) zümresi ortalıkta dolaşıyor. AB’nin kapısında kul olmaya yeltenen ABD’ye avuç açan siyasetçiler. Yakışıksız ve hatta cahilce davranışlarıyla bunlara puan kazandıran üniversite öğretim üyeleri. Hükümetin “karakucak” usulü, el yordamıyla yürüttüğü icraatına hak verdirecek kadar ruhsuz, önyargılı,milli değerlerden kopuk sözde ilim adamları. Bilimsel araştırmalardan bucak bucak kaçan, milliyetçiliği alay konusu yapacak kadar zihinleri dumura uğramış üniversite hocaları. Atatürkçülüğü, cumhuriyetçiliği kullana kullana yıpratıp eskiten başka bir “cüppeli” takımı…
Uğrunda ölen olduğu için vatan denilen ve saçı bitmemiş yetimin de üzerinde hakkı bulunan topraklarımızı pazarlamayı başarı olarak gösteren devlet adamları, iş (!) adamları. Çok güçlü sandıkları yabancı devletlerin eyaleti olmayı iştiyakla isteyen; şereften, haysiyetten yoksun bezirgân güruhu…
Şimdi Asya’daki Türk devletlerine de kefen biçmeye çalışan düzenbazlarla bunlar mı mücadele edecek? Zaten bunlar vaktiyle dünyaya ferman okutmuş olan ataların soyundan olmayı kabul etmezler. Herhalde onların ataları, devletin kurumlarını gayri milli unsurlara teslim ederek batışını hızlandıran kişilerdir. Bu gafillerin aynı şimdi yaptıkları gibi dedeleri de ülkenin ekonomisini Galata tilkilerine havale etmişlerdi.
Gerçek aydınlarını, yetişmiş elemanlarını el üstünde tutmak ferasetini (akıllılığını) gösteremeyen, onları ellere kaptıran bir sosyal düzenin mensupları, doğal zenginliklerini ve kamuya ait verimli kuruluşları da yabancıların eline teslim ederek ülkesinin soyulmasına göz yumar.
Diline, toprağına, insanına sahip çıkacak ve bütün bu çirkinlikleri, kirlilikleri tasfiye ederek yeni bir düzen ortaya koyacak vatanseverlere özlem duyuyoruz.
Bilinen çıkar odaklarının öne sürdüğü yeni liderlerle kaybedilecek yıllar sıkıntıları daha da artırır ve hayal kırıklığı yaratır. Milletin kendi meselelerini, kendileri gibi yaşayan, düşünen, kendi içinden çıkan önderlerle çözmesi gerekir.
Eğer gerçekten doğudaki Türk devletlerine ve diğer mazlum milletlere örnek olmak istiyorsak milletimizin uyanması ve kaderine sahip çıkması gerekir.
Bu ülkenin bunu başaracak gücü, kudreti ve kaynakları vardır. Yeter ki bu kaynakların kullanımı dost görünen art niyetli kişilere verilmesin.
Şuur altına yerleştirilmiş olan korkudan kurtulmak, çıkış yolunu bulmak demektir. Bunun için de rüştünü ispat edip başkalarının vesayetinden kurtulmak şarttır.
Korkunun ecele faydası yoktur.
Ne denilmiş:
Geçme nâmert köprüsünden ko aparsın su seni
Yatma tilki gölgesinde ko yesin arslan seni.