Demokratik mücadelemiz : Ermeni konferansının ardından
Nihayet beklenen gün geldi ve beklenen oldu. Fiili olarak 4 ekimde, hukuki olarak 3 ekim 2005’de (AB’nin saati 23.58’de durdurulmuştu) Türkiyenin tam üyelik müzakerelerine başlama kararı AB tarafından lütfen kabul gördü?!.Biz bu kararda bir aksama olmayacağını biliyorduk. Çünkü AB ve batı hiç bir zaman Türkiyeyi içine almayacak, ama hiç bir zaman da dışarıda bırakmayacak, iki arada bir derede bulunduracak bir siyaset uygular ve bu siyaset kendi açısından çok doğrudur.
Nihayet Ermeni konferansı 24-25 eylül 2005’te Bilgi üniversitesinde yapıldı. Yapıldı ama hedefinden tamamen değilse de büyük ölçüde saptı. Evvela düzenleniş tarihi olarak saptı. Konferans, adalet bakanı Cemil Çiçeğin çıkışıyla ilk baharda yapılamamıştı. Ancak 3 ekime çeyrek kala “bakınız Türkiyede her türlü fikir tartışılıyor“ demek için tekrar gündeme getirildi. Böylece hükümet AB’ye müzakereler arifesindeki son mesajı vermek istedi.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir kurumu olan YÖK’e bağlı bir devlet üniversitesinin kaptanlığında iki özel üniversitenin teşkilatlamasıyla düzenlenen konferansın asıl amacı “Türkler Ermeni soykırımını yaptı“ demekti. Konferansa davet edilenlerin kimlikleri ve görüşleri bunu ayan beyan gösteriyordu. Lakin bu sefer kayaya, yani Türk milletine çarptılar. Dolayısıyla hedef saptı. “Öyleydi böyleydi“ diyerek kem küm etmek zorunda kaldılar.
Hükümet de, üniversiteler de bir noktada yanılmışlardı. Sivil toplum örgütlerinin tepkisinde. Hayır yanılmamışlardı. Bu güne kadar hiç olmamıştı ki? Şimdi olacağını nereden bileceklerdi?
Dolayısıyla her iki tarafı da “yanıldılar“ şeklinde suçlamak doğru değil. Tıpkı Ermenilerin 1914-15’te “bu güne kadar Osmanlıdan bağımsız olmak isteyen bütün unsurlar başarılı oldu, bizim başarılı olmamamız için bir sebep yok“ diye düşünür ve derken hesap hatası yapmadıkları gibi. Mantık çok doğruydu. O zamana kadar her isteyen müstakil olmuştu. Ermeniler için de olmaması için bir sebep yoktu. Ama talih böyledir. Bazan ne yapacağı belli olmaz. Altında kalınır. Tıpkı Ermenilerin, Boğaziçi, Sabancı, Bilgi üniversitelerinin kaldığı gibi.
Böylece uyuyan dev, yani Türk milleti uyanmış oldu.
Tepkilerdeki olgunluk da dikkat çekici ve her türlü takdirin üzerindeydi. Kimsenin burnu kanamadı. Her şey kanunlar ve sınırlar dahilinde idi. Eğer zerre kadar kan aksaydı, direnişe gölge düşecek, tepkilerin masumiyetine zarar gelecekti. Medya da artık “şucu bucu bir kesim şunu bunu yaptı“ diyemedi. Tam aksine “sivil toplum örgütü“ tamlamasını kullandı. İşte kendini kabul ettirmek budur…
Başta Hukukçular Birliği ve başkanı Kemal Kerinçsiz olmak üzere hizmeti geçen, katkısı olan herkese tekrar teşekkürler. Artık bundan böyle bir şey yapmak isterken bir kaç defa düşünecekler ve yapamayacaklardır. Artık devletten değil (Boğaziçi devlet kurumudur) milletten korkacaklardır.
Tepki gösterince otomatikman haklı oluyorsunuz. Çünkü güçlüsünüz. Yumurta yiyen Cengiz Çandar bile “tepkileri anlayışla karşılamak lazım“ diye yazmak zorunda kaldı. (Bugün, 27 eylül 2005). Ertuğrul Özkök dahi tepkileri demokratik buldu.
Buradan alınacak başka bilgiler de var. Boğaziçi, Sabancı, Bilgi üniversiteleri hakkında bayağı bilgi sahibi olduk. Koç zaten malumdu.
Bu şekilde devam edelim. Başaracağız.
Meclis başkanı Bülent Arınç beye de bir iki söz söylemeliyiz. “Onun bunu yumurtaları“ lafı Türkiyenin purotokoldeki ikinci adamına yakışmıyor. Sonra millet de “onun bunun“ diye söze başlarsa neler olur bilinmez? Ayrıca kendinize çok güvenmeyiniz. Yukarıda yazılanlar sizin için de geçerli olabilir.
Başbakan da durumdan vazife çıkarmayın diyerek halkı sükünete davet etti. Çünkü memleketi idare etmek gitgide zorlaşıyor. Bu ana değin milletin içinden kim bir devlet ve hükümet yetkilisine kaşının üstünde gözün var demişti ki ? Ama millet de yavaş yavaş gücünü gösteriyor ve göstermeye devam edecek.
Hürriyet gazetesine de dokunmadan edemeyeceğiz. Fakat bu sefer müsbet yönde. 26 eylül 2005 günlü Hürriyetin üst başlığı “Erivan sen de bunları konuş“ şeklindeydi. Altında da ASALA tarafından şehit edilen diplomatlarımızın resimleri vardı. İşin doğrusu budur sayın Ertuğrul Özkök. Yani meseleye iki taraflı hatta çok taraflı bakmaktır. Hep Türk milletinin üzerine yüklenilirse hesabı bir gün, velev ki gecikmeli de olsa sorulur. Şayet meseleler böyle çok taraflı, objektif tartışılırsa, aklın yolu birdir. O zaman puroblem çıkmaz.
Neyse... Bu defa teşekkürü hak ettiniz.
Hürriyetin Azerbaycan özrü
Madem konu Hürriyet gazetesine intikal etti. Devam edelim.
Hatırlarsınız; büyük gazete (!) Hürriyet, 28-29 nisan 2004 tarihlerinde manşetten verdiği haberlerde Azerbaycanlı delegelerin Avrupa Konseyinde Kıbrıs Türklerine temsilcilik hakkı oylamasına katılmamalarını bahane ederek suret-i haktan görünmüş ve milliyetçi (!) tepkisini göstermişti. Biz o zaman Hürriyetin ve genel yayın yönetmeni sayın Ertuğrul Özkökün ne kadar Rum sever, Ermeni sever, Yunan sever bir şahıs olduğunu belirtmiş, verdiği haberlerin üzüm yemek amacına değil, bağcıyı dövmek amacına yönelik olduğunu yazmıştık.
Sayın Özkök, verdiği haberin üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek amacına yönelik olduğunu fark edenlerin bulunduğunu anladığı için takriben 1.5 sene sonra hatasını düzeltme yoluna gitti. Azerbaycandan Kıbrısa ve Kıbrıstan Azerbaycana direkt uçuşları vesile addederek meşhur Tufan Türencini Azerbaycana gönderdi ve İlham Aliyevi takdir edici manşet attı (Hürriyet, 2 eylül 2005, 1, 22, 25. s.).
Ancak Özkök özür dilemeyi değil, teşekkürü yeğlediğini bildiriyor. Özür dilemeyi gururuna yediremiyor. Baş yazısını yazmayı ve manşeti daha önce atması gerektiğini, ama ağırdan aldığını itiraf ediyor. Bu da onun yeni manşeti isteyerek ve samimiyetle değil kerhen, kamu oyu baskısıyla kamu oyunda aklanmak ve suret-i haktan görünmek için attığını ortaya koyuyor. İşte Türkiye Cumhuriyetinin yetiştirdiği bir aydın daha.
Neyse kendisini yine de buna mecbur hissetmesi hiç yoktan iyi. Bunun sebebi bizim, Milli Gazetenin ve sair basın organlarının yazdıkları ve aldığı diğer yazılı ve sözlü tepkilerdir. Demek ki tepki gösterince netice alınabiliyor. Şimdi sayın Özkökün Ecyad kalesi için verdiği bayat haberden dolayı özür dilemesini talep ediyoruz. Tabii Araplardan değil, okuyucudan özür dileyecek. Bu özrünün içten olduğunu göstermek için de İkinci Beyazıt (Patrona Halil) hamamının niçin tamir edilmediğini birinci sayfadan sorması gerek.
Bir cümle daha. Verdiğiniz haberler 28-29 nisan 2004 tarihliydi. 30 nisan 2004 tarihli değil. Lütfen insanları ve araştırmacıları yanıltmayınız.
Büyük gazetesiniz ama Rumi takvimi hâlâ yanlış verip duruyorsunuz (Kullanımdan çoktan kalkan bu takvimi herhalde içinde Rum kelimesi var diye verip duruyorsunuz). Mevzuyu gazetenizdeki tarihçinizle bir görüşseniz ya!.. Gerçi tarihçinizin bunu şimdiye değin görmemesi de büyük bir eksiklik?!. Yoksa işiniz insanları yanıltıp yanlış yöne sevk etmek mi?
En büyük ikinci satış
Nihayet beklenen gün geldi ve beklenen oldu. Fiili olarak 4 ekimde, hukuki olarak 3 ekim 2005’de (AB’nin saati 23.58’de durdurulmuştu) Türkiyenin tam üyelik müzakerelerine başlama kararı AB tarafından lütfen kabul gördü?!.
Biz bu kararda bir aksama olmayacağını biliyorduk. Çünkü AB ve batı hiç bir zaman Türkiyeyi içine almayacak, ama hiç bir zaman da dışarıda bırakmayacak, iki arada bir derede bulunduracak bir siyaset uygular ve bu siyaset kendi açısından çok doğrudur.
Bu karar 1952’deki NATO’ya girişten, başka deyişle topyekün satıştan sonraki ikinci büyük topyekün satıştır. Birinci toptan satıştaki iç ve dış dinamikler tamamiyle aynı olmasa da bu toptan satış için de geçerlidir. Ama bu seferki satış daha şuurlu olmuştur. Başta hükümet olmak üzere devlet bütün kurumlarıyla, sesi çıkan halk oyu bütün teşkilatlarıyla, başta CHP olmak üzere muhalefet bütün partileriyle girişi desteklemiştir (sadece SP ve BBP, AB’ye girişe karşıdır).
Her zamanki gibi meşhur İngiliz diplomasisi kendisini gösterdi. İngiliz dış işleri bakanının Rum temsilcisine “sesini çıkarma, yoksa Türk kaskerini adadan kimse çıkaramaz“ demesi manidardı. Bu arada oynanan NATO oyunu kedinin fareyle oynamasına benzedi. Türkiyeye “Rumlar veto etmeyecek, siz de onların NATO’ya girmesini veto etmeyin“ denmesi, büyüklerin çocuk kandırmasına benziyordu. (Rumlar NATO’ya girince Türk ordusuna gerek kalmayacak tabii). Bu arada Raysın devreye girip “siz Rumları bize bırakın, vetoyu biz ederiz“ demesi de yine büyüklerin çocuk kandırmasına benzer bir örnek ve Racırs sözüne benzer bir sözdü. 1952’den beri o kadar çok kandırmaca oyunu oynandı ki. Hepsinde de kaybeden Türkiye oldu.
Lüksemburgda hazırlanan müzakere çerçeve belgesinin 11. maddesini yazmakta da fayda var: “Sonuç olarak ortaya çıkan ve bir üye devlet olarak Türkiyenin uymak zorunda olacağı haklar ve yükümlülükler, Türkiye ile topluluklar arasındaki tüm mevcut ikili anlaşmaların ve Türkiye tarafından akdedilen, üyelik yükümlülükleriyle uyumlu olmayan tüm diğer uluslar arası anlaşmaların sona ereceği anlamına gelmektedir.“
Herhalde Avusturalya Geliboluda bu maddeye dayanarak hak iddia ediyor (Güneş, 23 ekim 2005, 1. s.).
Bu arada Şirağın “kültür devrimi“ de iyi çıkıştı. Lakin Şirak biraz cahil olduğu için Türkiyede kültür devriminin zaten yapıldığını bilmiyor. Dünyada yapılmış tek bir kültür devrimi vardır. O da Türkiyedeki kültür devrimidir. Şunu da ekleyelim: Türkiyenin hazmı o kadar zor değil. Türkiye hazma hazır bir ülke... Mide limon çekirdeğini ve Karadeniz bölgemize özgü kokulu üzümün kabuğunu hazmedemez ama daha sert ve büyük olan ayvayı hazmeder.
Ama Türkiye mi AB’ye girecek yoksa AB mi Türkiyeye girecek? Bunu ileride göreceğiz. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki, AB’ye girmek isteyenler Ataetürkçülük adına girdikleri AB’de Atatürkün resimlerini duvarlardan indirmek zorunda kalacaklar. Çünkü Verhoygen’in 2004 eylülünde dediği gibi “AB Türkiyeye üye olmak istemiyor, Türkiye AB’ye üye olmak istiyor?“ O zaman sizin dediğiniz değil, AB’nin dediği olur. Kiminle dans ettiğinizi anlarsınız. Çünkü kuvvetli ve zengin olan onlar. Atatürkün resminin yerine de eserinde Türklere hakaret eden Erasmusun resmini asarsınız. Yakışır yani...
Ezcümle hem tavuk hem horoz olunmaz. Ya iyi tavuk ya iyi horoz olunur...
Fakat şu da bir gerçek... Millet artık her şeyi fark etti. Bundan sonrası hiç kolay olmayacak...
Her şey güzel güzel giderken, kurbağanın suyu yavaş yavaş ısınırken, meseleler tere yağından kıl çeker gibi halledilirken birden işler tersine dönüyor...
YÖK ve Van olayları
Van 100. Yıl üniversitesi rektörü Yücel Aşkın’ın tutuklanması olayı YÖK’ü küplere bindirdi. YÖK, devlet içinde devlet olarak şu ana kadar hükümete kafa tutan yegâne devlet kurumuydu. İçte, dışta, mecliste, halkta bu kadar desteği olan bu hükümet dahi 3 senedir bir YÖK kanunu çıkaramadı.
Yücel Aşkının suçlu mu suçsuz mu olduğunu bilmiyoruz, bilemeyiz. Bu hususta karar vermek bizim işimiz değil. Üstelik biz Faruk Eremin “Bir ceza avukatının anıları” isimli eserinde anlattığı idam hadisesini 30 seneden fazladır hafızamızda sakladığımız için dışında bulunduğumuz bir vakada hariçten gazel okumayız. Bu husus ileride anlaşılacaktır.
YÖK’ün rektör olan bir mensubunun tutuklanmasına tepki göstermesi normaldir. Hangi kuruluş olursa olsun bir mensubunun tutuklanmasına haklı veya haksız tepki gösterir, göstermelidir de.
Ancak YÖK tepkisinde aşırıya kaçmıştır, “rektöre sahip çıkmak cumhuriyete sahip çıkmaktır” deyip cumhuriyetçiliğe soyunmuş, devlet içinde devlet olduğunu göstermiştir.
YÖK, şu güne kadar bilimde bir yere varamamıştır. Kendisine bağlı Boğaziçi üniversitesi Ermeni konferansı düzenlenmesinde birinci derecede rol oynamıştır. Devletin başka kurumları baş örtüsü yasağında daha ılımlı davranmasına karşılık YÖK, baş örtüsü yasağını katı şekilde uygulayarak milletle devleti karşı karşıya getirmiştir (YÖK’ün eski başkanı Kemal Gürüz Türkçenin bilim dili olamayacağını söylemişti. Bilim aleminin en üst adamı böyle derse)…
YÖK’ün bu derece cesur olmasının sebeplerinden biri dürüst ve tutumlu olmasıyla takdir ettiğimiz cumhurbaşkanımızın rektör seçimlerindeki anti demokratik tavrıdır. Cumhurbaşkanımız yüzlerce oy alan purofları dikkate almayıp üç beş oy alan purofları rektör tayin etmiştir. Bu durum üniversitenin huzurunu bozmuş, YÖK ve mensuplarını saldırgan hale getirmiştir. Son olarak cumhurbaşkanı 24 ekimde desteğini göstermek amacıyla 77 rektörü ve eşini Çankaya davet etmiştir. Ama bizce bu da taktik bir hatadır.
Tutuklanma hadisesi üzerine YÖK disiplin kurulunun toplanıp başbakanlık müsteşarı Ömer Coşarı öğretim üyeliğinden çıkarması, tam bir misilleme örneğidir ama aynı zamanda şayet suçluysa, YÖK’ün vazifesini daha evvel yerine getirmediğinin de bir göstergesidir. Hani kurumlar zaman zaman “yolsuzlukları takip” kararları alırlar ama bunu hiç takip etmezler, sadece karar alırlar (Daha önce astronomik denilebilecek ceza alan iş adamları hâlâ bulunup içeri atılamadı). Tıpkı onun gibi YÖK de yapması gereken işi daha önce yapmayıp nasıl bir kurum olduğunu gösterdi.
Vana giden YÖK başkanı burada da taktik bir hata yaptı. Başkanın devletin değil de hükümetin valisi diye valiyi ziyaret etmemesi belki anlaşılabilir? Ama halkın temsilcisi olan belediye başkanını ziyaret etmemesini anlamak zordur. Başkanın sadece kolordu kumandanını ziyaret etmesi manidardır.
Ama YÖK başkanı ve mensuplarının Vandaki şovuna millet de cevabını iyi verdi ve bu da zararlarına oldu. Millet artık aktif, sorumlu, katılımcı olduğunu görmeye ve göstermeye başladı. Anlayanlar için bu bir ikaz, hem de çok önemli bir ikazdır.