Kapıdan girince solda bir cami var, içinde Battal Gazi ve eşi Bizans prensesi Elenora’nın lahitleri, ayrı bir bölümde 1957’deki restorasyonda bulunan başsız iskeletlere ait sandukalar. Dışarıya çıkınca Ümmühan Sultan’a, hanedan kadınlarından Ayni Hatun’a, Kutluca Baba’ya, II. Bayezid zamanında külliyeyi tamir ettiren Mihaloğlu Ahmet ve Mehmet beylere ait türbelerle, Selçuklu döneminden kalma lahitler var.
Nedense bana hep unutulmuş gibi gelen Eskişehir’in Seyitgazi ilçesini hep merak etmişimdir, ama daha otobüs kalkarken unutulmuş zannettiğim Seyitgazi’nin hiç de öyle olmadığını anlıyorum. Gezimiz 19 Mayıs gününe rastladı. Arabayı dolduran cıvıl cıvıl gençlerden sevilen bir piknik yerine gittiğimiz anlaşılıyor. İlçeye yaklaştığımızda çamlık bir tepe üzerinde Seyyid Battal Gazi külliyesi bütün ihtişamıyla beliriyor, bir kaleyi andırıyor; gece aydınlatılıyormuş, kim bilir ne güzel görünüyordur? Ankara’dan gelen öğrenci otobüsleri park etmiş, kapıdan girince solda bir cami var, içinde Battal Gazi ve eşi Bizans prensesi Elenora’nın lahitleri, ayrı bir bölümde 1957’deki restorasyonda bulunan başsız iskeletlere ait sandukalar. Dışarıya çıkınca Ümmühan Sultan’a, hanedan kadınlarından Ayni Hatun’a, Kutluca Baba’ya, II. Bayezid zamanında külliyeyi tamir ettiren Mihaloğlu Ahmet ve Mehmet beylere ait türbelerle, Selçuklu döneminden kalma lahitler var. Ayrıca imaret, soğuk hava depoları, Bektaşi tekkesi ve Osmanlılar döneminde yapılan medrese, külliyenin parçalarından. İmarette halen belli dinî günlerde Muharrem kurbanları kesilip, lokma dağıtılmaktaymış. Her taraf tertemiz. Külliyenin bakımı 1995’ten bu yana Seyyid Battal Gazi Vakfı tarafından yapılmaktaymış. Vakıf başkanı İlyas Küçükcan, bastırdığı kitabın gelirini vakfa bırakmış. Hemen bir tane satın alıp bu güzel araştırmayı dönüş yolunda bir solukta okuyorum. Ümmühan Sultan I. Alaaddin Keykubat’ın annesi, gördüğü rüyada Battal Gazi’nin mezarının burada olduğuna inanmış. Türkmen çoban Kutluca da geceleri bu tepeye ışık indiğini söyleyince rivayete göre yapılan kazıda Seyyid Gazinin ve Elenora’nın mezarları bulunmuş ve buraya cami ve türbe yapılmış. Daha sonraları Ümmühan Sultan ve Kutluca da buraya gömülmüşler. Yüzyıllar içinde yapılan ilaveler külliye (bütünlük)’nin mimari üslubuyla son derece uyumlu, yani bütünlüğün bütünlüğü hiç bozulmamış. Cami girişinde Türk dönemi öncesi sütun başlıkları da çok ustaca kullanılmış, yapım tarihi 1207. Ünlü gezgin Şarl Teksiye “Küçük Asya” adlı kitabında 19. yy başlarında gezdiği bu yöreyi anlatmış, daha sonraları Alman Türkolog Mensel ve mimar Wülzinger, 1911 Ekiminde burada 3 hafta kalmışlar. Wülzinger külliyenin planlarını ve rölevesini çizmiş, fotoğraflarını çekmiş ve “Frigya’da üç Bektaşi tekkesi’ adıyla yayınlamış. Bu onun doktora çalışması olmuş, gümüş işlemeli kapısının İslam sanatının güzel bir örneği olduğundan bahsetmiş. l932’de bu kapı Ankara’ya Etnoğrafya Müzesine nakledilmiş. İyi ki nakledilmiş, çünkü yakınlarda külliyenin müze kısmı soyulmuş. Wülzinger’in bahsettiği üç müzeden diğer ikisi Şücaeddin Gazi ve Üryan Baba türbeleri. Özel arabayla gelenler buraları iyice gezmeli, ünlü Yazılıkaya da buraya çok yakın. İşgalci Yunan çekilirken Bektaşi şeyhi Şükrü Mustafa Efendiyle Seyitgazi belediye başkanını da esir götürmüş, her ikisi de Müdafaa-i Hukuk kurucularıymış. Hani birileri Müslüman azınlık yaratma peşindeler ya onun için yazalım dedik. Eminim ki esaret süresince bu kahramanlar Bektaşi tevekkülünün ifadesi olan “Bu da geçer yahu” kelamını etmişlerdir.
Battal Gazi Arap ordu komutanlarından biri, efsane kahramanlardan, kimilerine göre Malatyalı, kimilerine göre Adana veya Antakya’da doğmuş, bazı Arap kaynaklarına bakılırsa Emevilerin azatlı kölesi, ama Seyyid lakabı onun peygamber soyundan geldiğinin işareti. Emevi komutanı da olsa Türkler tarafından çok sevilmiş ve halk edebiyatına, Battalname ve Danişmendnamelere konu olarak Türkleşmiş bir kahraman. 740 yılında Bizans ordusuna karşı savaşırken yaralanmış, imparator II. Leon bu yiğit düşmanı tanımış, tedavisi için uğraşmış ve ölünce vasiyeti üzerine bu tepeye defnettirmiş.
13. yy.dan itibaren Kalenderi dervişleri Seyyid Battal Gazi külliyesini merkez edinmiş, çünkü Battal’ı pirleri olarak kabul etmişler. Rum abdalları olarak da bilinen bu dervişler ileriki yüzyıllarda cavlak, torlak veya ışık adlarıyla da anılmış. Saçları, sakalları, hatta kaşları dahi yolunmuş, çıplak ayaklı, hayvan postuna bürünerek gezen, haşhaş içerek ve Şah-ı Merdan (Hz. Ali) aşkına dilenerek yaşayan bu dervişler, her yıl Seyitgazi’de toplanarak şamanlıktan kalan ateş ayinleri düzenler, kendilerince çalıp, ilahiler söyleyerek ibadet ederlermiş ve hiç evlenmezlermiş (Mücerret). Her yıl baharda guruplar halinde seyahatlere çıktıkları, şehirlerden taşlanarak kovuldukları ama köylü halkın bunları yarı meczup görüp, hasta tedavi ettirdikleri, fal baktırdıkları biliniyor. Rumeli’nin ve İstanbul’un fethinde varlar, II. Beyazıt’tan itibaren devletle araları açılmış, hatta Kanuni zamanında Kütahya kalesine hapsedilmişler. İlk Celali isyanlarından Kalender Çelebi isyanı ünlü. Minyatürlerde ve gezginlerin gravürlerinde resmedilmişler, bir de Muhammed siyah kalem albümünde görüyoruz onları. Aslında gerçek Kalenderiler kırk kişiymişler, dilimizdeki “kırklara karışmak” yani kaybolmak anlamındaki söz onlardan yadigâr, 18 yy.da Bektaşi tarikatı içinde erimişler, gerçekten kırklara karışmışlar, gaib olmuşlar. Bu dervişler hakkında TTK tarafından yayınlanmış Prof. A.Y. Ocak’ın emek ürünü Kalenderiler adlı bir kitabı var, aşağıdaki resimler de oradan alınmıştır (yazarın izniyle). Bilinen en ünlü Kalenderi dervişi Kaygusuz Abdal, Karaman oğullarından ve Alaiye (Alanya) beyinin oğlu, dilenerek yaşamayı seçen bir aristokrat çocuğu, Abdal Musa dergâhına kapılanmış. Mısır’da bir mağarada türbesinin olduğu biliniyor. Kalenderiler 18.yy.da Anadolu’da ve Rumeli’de kaybolsalar da F. Grenard 20.yy. başında onları gördüğünü “Türkistan ve İran” adlı eserinde anlatır.
Bu Kalenderi dervişleri çok bilinmeyenli bir ‘muamma” ne zaman elde kılıç gazi, ne zaman dilenci, ne zaman devlete karşı asi? Haklarında bir çok şey okuduğum halde anlayabilmiş değilim, bu arada zaviyenin ne olduğunu merak eden okuyuculara bunların tarikat evi olduğunu, şehirler dışında yüksek yerlere kurulduğunu ve gelen geçen yolcuları barındırıp ağırladıklarını belirtelim. Vakfiyelerinde yerine göre, limon ve gül bahçeleriyle, buğday tarlalarının olduğu ve buraların ekilip biçildiği biliniyor. 1925’te tekke ve zaviyeler haklı sebeplerle kapatılırken her zamanki gibi ölçü kaçmış, vur denince öldür hesabı bir kültür tahribi yaşanmıştır, özellikle paha biçilmez el yazmaları
bakımından kurtarılabilenler, Yozgat örneğinde olduğu gibi müzelere kaldırılmıştır. Sözlü sazlı muhalefetin yazıya geçmiş şekilleri yani.
Kalenderiler bugün atasözlerinde yaşamaktadır, Kalenderin gemisi batmaz gibi veya bir neşeli kantoda: Ben kalender meşrebim / güzel çirkin aramam / gönlüme bir eğlence isterim olsun. Bir de Anadolu’da “Işık” adlı bir çok yer isminde. Bugün Anadolu ve halen Rumeli’de ziyaret yeri olan bir çok türbenin aslında bu dervişlere ait 1olduğunu da çok azımız biliriz.
Gazetelerde bazı köşe yazarları Eskişehir’de belediyenin imar faaliyetlerini pek övdüler, okurken sevinmemek mümkün değil. Heykel denince ben de merhum heykeltıraş İlhan Koman’ın Akdeniz’i gibi sanat eserleri göreceğimi ummuştum. Tabii hayal kırıklığına uğradım. Eski Yunan’a yangın Avrupa bile bu tarzı terk edip soyuta yöneleli 100 yılı aştı neredeyse. Sanata ve kültüre yatkınlığıyla tanınan Eskişehir belediyesi parasını ve emeğini bir Frig müzesi kurmaya harcasaydı gerçek bir kültür hizmeti yapmış olurdu. Hem Arkeoloji Müzesi de 2001’den bu yana tamir sebebiyle kapalıymış, buradan kültür bakanımıza duyurulur. Ama Eskişehir’de Anadolu Üniversitesinin açtığı öyle güzel bir müze var ki, Cumhuriyet Devrimleri Müzesiyle birlikte mutlaka görülmeli. İki tarihi evin birleştirilerek restore edilmesiyle açılmış olan, Eğitim Karikatürleri Müzesi ve müdürü de grafik sanatçısı bir profesör. Uluslar arası karikatürlerin sergilendiği bir salon ve değişen sergiler salonu var.
Her iki müze komşu ve tarihi Odun pazarı semtinde.
Eskişehir’de 1940’larda yapılan teknikokulların bahçelerinin her biri kocaman park, Mayıs ayının bunaltıcı sıcağında akasya ve at kestanesi ağaçlarının çiçeklerinin mis kokularına gölgeleri eşlik ediyor. Şehir merkezinde 2. Milli Mimari döneminden kalma bir kaç sanatlı bina ve bunların sokak aralarında kalabilmiş tek tük aynı üsluptaki arkadaşları bu şehrin mimari kimliğinin çok daha başka olduğunun ipuçları. Çoğu 8–9 katlı mimari değil, ticari yapılara kurban edilmiş, eh! Zaten o sıradan heykellere de bu binalar yakışırdı. Sayın belediyecilerimiz, bizim heykel sanatımız tarihi mezarlıklarımızdadır, ille de kötü kopyalara ne gerek var? İyisi mi siz gelin bu heykel sevdasından vazgeçin.