Her ne kadar Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “sosyal hukuk devleti” olduğu yazılı olsa da günümüz Türkiye’sinde bunun gereğini görememekteyiz. Hukukta bir kuralın doğması, bir hukuki olaya hukukun sonuç bağlaması şeklinde tecelli etmektedir. Yoksa, hukukun olaya göre biçimlenmesi şeklinde değil…
Hukukun altyapısını teşkil eden ve belki de hukukun doğuşunun sebebi olarak gösterilebilecek iktisat ve özellikle de mülkiyet, bir “nehir” misali, hukukun açtığı “mecrada” akar. En azından eskiden öyle idi! Artık günümüzde hukuk, iktisadın altyapısı haline gelmiştir. Yani, ”suyun başındaki”, nehrin kendi mecrasını çizmeye başlamıştır. Bunun gerçekleşmesinde “kavram kargaşasının” rolü büyüktür. Ancak, buradaki asıl mesele iki temele dayanmaktadır.
Bir defa sosyal hukuk devleti demek; çalışmaya, aileye, mülkiyete ve kamu düzenine dayalı bir toplumda, hürriyet, eşitlik ve kardeşliğin hakim olmasıdır. Bunun sebebi basittir; dirlik olmadan birlik olmaz, birlik olmadan da “cumhuriyet” olmaz. Dirlik de, şüphesiz ki geniş ölçüde ekonomik refaha dayalıdır. Hukuk devleti, toplumun ortak yararını gözeterek, kamu düzenini sağlamak amacıyla kural koyarken, hem bu kuralın kesin olarak uygulanmasını temin eder, hem de kendisi bizzat kendi koyduğu kurala uyar. Devlet, “ekonomik gereklilik” yönünde değil, “kamu yararı” doğrultusunda hareket eder. Kamunun yararı ile bireyin yararı eskiden zaman zaman çatışma halinde olmaktaysa da, genel yararın özel yarara üstünlüğü kabul edilerek sorun çözülebilmekteydi. Günümüzde ise bu çatışmanın sık sık yaşandığı ve bireyin diğer bireyin yararına hürriyetlerinden mahrum kaldığı görülmektedir.
“Dışarıdan çekme-içeriden itme” şeklinde tezahür eden “küreselleşme” olgusu, kendi mecrasını çizerek akıtılırken, önünde duran “hukuku” darmadağan etmektedir. Bu fiili durumun kuramsal altyapısını “anarşizmin” teşkil etmekte ve devleti hürriyetin önünde “engel” olarak görmektedir. Halbuki, devlet doğal ortamdaki anarşizmi sona erdirip, insanların mutluluğunu sağlamak için kurulmamış mıydı? Üstelik kürselleşmeyi savunanlar nedense kendi yaşam tarzlarından herhangi bir taviz vermemektedirler. Sadece birey bazında değil, devlet bazında da böyledir.
“Maliyetsiz kar” elde etme rüyasıyla toplumunun sömürülmesine göz yumup, sömürüden pay alarak servetini artıran bir kesim bir tarafta, ideolojik amaçlarını gerçekleştirebilmek için “dış destek” arayan kesimler diğer tarafta, kendi yaşam tarzlarını topluma “dikte” etmeye çalışırken, kendi zihniyetlerini, dünya görüşlerini de “hukuk” diye dikte etmeye çalışmaktadırlar. Sonuçta her iki grup da aslında kendine bir yarar sağlamamakta, elindekini kaybetme korkusuyla başkalarının menfaatine hizmet eder hale gelmektedirler.
Bütün bu olumsuzluklar, Türkiye’de bir siyasal-ekonomik bunalımın yaşanması ve insanların şaşkınlık içinde ne yaptığının farkında olmadan, bilinçsizce hareket etmeleri sonucunu yaratmaktadır. Artık “iradenin” yerini “güdüler” almıştır. Güdü tatmini doğrultusunda bireyler, kendi iradeleriyle değil, başkalarının iradesiyle hareket etmeye başlamıştır. Üstelik bu çok “ucuza” gitmektedir. Cumhuriyetin 80 yıldan fazladır inşa ettiği maddi ve manevi değerler tek tek “sudan ucuza” elden çıkmaktadır. “Üçün biri” de gittikten sonra “teslim bayrağını çekmemek” için, şimdiden “şapkamızı önümüze koyup” enine boyuna “ne yapıyoruz?”, “bunun sonu ne olur?” diye düşünmek gerekir. Zira ciddi devletler hiçbir şeyi şansa bırakmaz. Bu ülkeyi “muz cumhuriyetine” çevirmek isteyenlere fırsat verilmemelidir.