Osmanlı'yı 600 sene ayakta tutan özelliklerden biri yardımlaşmaydı. Osmanlı döneminde “Sadaka taşı” olarak bilinen fakirlere yardım geleneği günümüzde iftar çadırlarına dönüştü. İlk defa 1995 yılında Üsküdar Belediyesi tarafından başlatılan ‘iftar çadırı’ programları başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin değişik yerlerinde gelenek halini aldı.
İlk defa Ramazan çadırını kuran ve bu geleneği başlatan dönemin Üsküdar Belediye Başkanı Yılmaz Bayat’tır. Kendisine böyle bir hizmete vesile olduğu için teşekkür ediyoruz.
Ama toplumun huzursuzluğunun ve gerginliğinin esas kaynağını belirtmek istiyoruz.
Günümüzde, varlıklı insanlarla dar gelirliler arasındaki makas git gide açılmaktadır. Bu iki kesimin hayatları birbirinden öylesine kopmuştur ki bu farklı kesimdekiler birbirlerinden haberdar bile değillerdir.
Yardım edebilmek için insanların birbirlerinden haberdar olması gerekir. Oysa bu iki kesimin artık birbirinden haberi bile yoktur.
Bir tarafta insanlar sosyal etkinlik çerçevesinde özel gün ve eğlencelerde ekstra harcamalarla hayatına renk katmanın telaşını yaşarken, bir tarafta insanlar aç karnını doyurabilmek için ekmek bulmanın derdindedir.
Bir tarafta tatilini Uludağ’da geçirmek için otelleri dolduranlar, diğer tarafta halk ekmek veya aş evleri önünde kuyruk oluşturanlar…
Bir tarafta yılbaşı kutlaması için New York’a düzenlenen uçaklı seferler, öte yanda minibüs parası bulamadığı için, evden iki saat erken çıkıp işine yaya giden sefiller…
Öte yandan Türkiye’de kimsesiz çocuk sayısı bir milyon. Korumaya alınan çocuk sayısı ise sadece 25 bin. Fakirliği tehlike sınırında çocuk nüfusu ise on milyon.
Devletin çözüm bulamadığı ve bulmak için hiç de gerektiği kadar uğraşmadığı sokak çocukları potansiyel suçlu olarak büyümektedir.
Sosyal yardımlaşma derneklerinin çoğunun lafta kalması, dürüst çalışanların da yetersiz olması sebebiyle çocuklar sokaklarda, bilinçsiz, bilgisiz ve bencil büyükler sayesinde ihmalin, sömürünün, şiddetin, her türlü kötü davranışın, cinsel tacizin, fuhşun, sigaranın, alkolün, tinerin ve benzeri uyuşturucunun canlı kurbanı olmaktalar.
Geleceğimiz, gurur duyacağımız çocuklarımız; maalesef bu ilgisizlik sebebiyle sigara, alkol ve uyuşturucu batağındalar.
Ama her türlü istismarı yaparak siyasi erke kavuşanlar ve siyasi erk ile kol kola hazineden aldıkları destek ile haksız rekabet yaparak hamur mayası gibi kabaran göbekliler, velhasıl bir eli yağda, bir eli balda, hazineyi faiz-ihale vs. dümeniyle emme basma tulumba gibi hortumlayanlar, kendilerine vergi muafları çıkartıp, vatandaşın vergisinden bir derece bile inmek istemeyenler, asırlardan süzülüp gelen ve geleceğe kadar da vicdan sahiplerini aydınlatacak olan bir çağrıdan habersiz gibiler.
Mevlâna Celaleddin-i Rumi, “Yardım severlikte ırmak gibi ol” diye öğüt vermiştir herkese.
Oysa bugün ülkemizde, neredeyse bütün yetkililer ve bütün varlıklı insanlar gönül rahatlığı ve vicdani huzur içinde, hem kendileri hem yakın çevrelerinin her türlü ihtiyacını karşılamaktan öte, lüks bir hayat sürüyor iken, yönettikleri veya çalıştırdıkları insanlara karşı değil ırmak gibi olmak, sadece karın tokluğuna bir hayatı reva görmektedir.
Hele elinizi vicdanınıza koyun da düşünün.
Aradan altı sene geçmiş. Hâlâ Gölcük'te ve Adapazarı'nda deprem sonrası yarası sarılmamış aileler var.
Onlar ve geçen dönemde ekonomik krizin darbesiyle hâlâ belini doğrultamayan milyonlar ve sayıları milyonlarca olan işsizler bu Ramazanda da yarı aç yatıp yarı aç kalkacaklar.
Soruyorum alnı secdeden kalkmayan ve görkemli iftar sofralarında birbirlerine “Allah rızası (!) için iftar veren varlıklılara…
Soruyorum kendilerinin ve hatırı sayılır çevresinin hiçbir ihtiyacını ertelemeyen ve gerek siyasi nüfuzunu gerek devletin imkanlarını bu uğurda gönül rahatlığıyla hasreden yetkililere…
Sahi bu ülkenin bu mağdur insanlarından hakikaten mi haberiniz yok?
Hakikaten size hiç kimse bu ülkede aç yatan halkın da var olduğunu söylemiyor mu?
Bu tuttuğunuz oruç ibadetini size müjdeleyen yüce peygamberin aynı zamanda komşusu aç iken tok yatanı “bizden” kabul etmediğini de bilmiyor musunuz?
Yoksa vicdanınız nasır mı bağladı?
Yoksa o insanları insan mı saymıyorsunuz?
Veya siz mi insan değilsiniz?
Çünkü elinde bir şekilde imkan olup da, öte tarafta “aç” olan çaresizleri, insan olan insan görmezlikten gelemez.
Orada bir yetim, bir öksüz, bir hasta, bir kimsesiz, kadın veya yaşlı akşama bir tas sıcak çorbanın hayalini kurar iken, Ramazan sofralarında Müslümanlar birbirine tıka basa ziyafet sunamaz… Sunar ise o ziyafete iftar sofrası denemez… Riyakar sofrası denir… Gösteriş sofrası denir…
Oysa Türk milletinin geleneğinde tam bir dayanışma vardır. Hastalar, hastaneler, komşular, yaşlılar, dedeler-nineler her vesile ile ziyaret edilir.
Büyüklere saygı, küçüklere sevgi vardır. Darda kalanlara, muhtaçlara yardım götürülür. Sosyalleşmenin, tebrikleşmenin en güzel örnekleri verilir.
Acıdır ki, asırların içinden süzülüp gelen bu zengin geleneğimiz, bu zengin kültürümüz bugün hem din adına ortaya çıkan din istismarcıların elinde dejenere edilmiş, hem emperyalist düşüncenin temsilcileri tarafından unutturulmuştur.
Ve günümüzde insanlar yardımlaşmada değil ırmak gibi olmak, yanındaki susuzluktan ölse bir yudum su vermeyecek kadar hodkam daha da acısı vicdansız hale gelmişlerdir.
Şunu bilelim ki, ne şan ve şöhret içinde yaşayanlar kaldı bu dünyada, ne fakr u zaruret içinde ömür tüketenler…
Eğer ki, yarın mahşere, hesap gününe inanıyorsak, burada yaptıklarımızdan sorumlu olacağımızın şuurunda isek, önümüzde iki yol var…
Birincisi, asırlardan beri süzülüp gelen insana insan gibi yaşamayı öğütleyen, kendini kimseye muhtaç etmeyecek kadar çalışmakla sorumlu tutarken, muhtaç durumda olana da göz kulak olmayı insanlığın gereği olduğunu öğütleyen bir din, bir kültür, bir geleneğe sıkı sıkıya sarılmak…
Ya da bu öğütleri görmezden gelip, kulak ardı edip, global dünyanın emperyalist düzeninde, güçlünün hukukuna göre, yaşamak için yok etmek felsefesi… Burada ise hiçbir zaman huzur yoktur. Güçlülüğün sınırı da… Deveden büyük fil vardır sözü gereğince, bu sistem insanı insan olmaktan çıkartıp, sonu belli olmayan bir girdapta saman çöpü gibi savurur gider…
Çünkü bu yolda kanaat yoktur. Tüketim çılgınlığı vardır. Kimsenin kimseye hayrı olmaz. Herkes kendinden başkasını düşünmez hale gelir. Öyle olunca da, elden ayaktan düşen rezil rüsva olur.
İşte bu baş döndürücü hayatın ilacı, önce kanaat sonra cömertlik sonra da yardımlaşmaktır. O zaman önce fertler sonra fertlerden oluşan toplum sakinler, rahat ve huzur bulur.
Mevlana Celaleddin-i Rumi o bakımdan der ki: “Cömertlik ve yardımlaşmada ırmak gibi ol” Irmak ne kadar sakin ne kadar mütevazı bir şekilde mecrasına doğru süzülüp gider. Oysa ırmağın olduğu yerde tabiat hayat ve huzur bulur…
Huzurlu günlere ermek dileğiyle…