Eylül ayı ilk haftasından itibaren medyanın sergilediği garipliklerin artışına sahne oldu. Bundan 50 yıl önce yaşanmış olan 6–7 Eylül hadiseleri sanki bugün yaşanmış gibi basının ilgisini çekti. 5 gazetenin 6–7 Eylül hadiselerine toplam 25 sayfa ayırmasının ardındaki sebep neydi bunu çok merak ediyoruz?
Biz bu hadiseyi önce Yılmaz Karakoyunlu’nun “varlık vergisini hallettikten sonra sırası gelmiş” 6–7 Eylül romanı ile ilgili bir tanıtım kampanyası zannetmiştik. Ama işin içinde başka kitaplar, başka araştırmalar da varmış meğer. Bu konunun böylesine yoğun işlenmesinin içerdiği ‘göndermeler’ belki Türkiye’nin siyasi gündeminde son bir kaç yıldır sürekli yer bulan konulara yeni bir zemin kazandırmaya belki de altyapı güçlendirme çalışmaları için yeniden keşfedilen bir kaynağa işaret ediyordu. 200–250 yıllık bir organizasyon ve düşünce birikimiyle dünyaya ‘tek medeniyet’ olduğunun propagandasını yapamayan Batı uygarlığının yüzyıllarca unutulmaya terkedilmiş Yunan kültürünü 19. yüzyılda Lord Byron’lar eliyle keşfetmesine benziyor bu durum. Etkinleri, sahipleri, hadiselerinin önem sırası belli bir tarihin, şimdi’nin güçlüleri tarafından kendileri etrafında yeniden yazılışına şahit oluyoruz. Türk toplumunun kendine güven duygusunu yok etmeye çalışan, suçluluk hissiyle hep başının eğik olmasını, hiçbir meselede hakkını arayamamasını hedefleyen bir psikolojik savaşla karşı karşıyayız.
Çünkü 6–7 Eylül’e 25 tam sayfa ayıran basının Türk milletinin tarihte yaşadığı acıların ve kıyımların hiçbirisine bu kadar sayfa ayırmadığını hiç birisine bu kadar ilgi göstermediğini biliyoruz. Bir örnek göstermek gerekirse ‘Zağra Müftüsünün Hatıraları’ isimli 1877–78 Osmanlı-Rus savaşının Balkan cephesinde yaşananları anlatan kitapta, şimdi Bulgaristan sınırında Çilkova, Cambazören köylerinde öldürülen Müslümanların katlediliş şekillerinin Sancak mahkemesi zabıt defterlerinde kayıtlı olduğu, çünkü Bulgarların sonradan bunların mallarına varis olabilmek için nasıl öldürdüklerini isbat ve ikrar ettikleri bilgisine rastlıyoruz. Gözü dönmüşlüğün bir numunesi olan bu hadise gibi nice kıyımlara maruz kalmıştır Türk milleti. Ne yazık ki, Türklerin uğradığı haksızlıklarla ilgili hiç bir şey söylemeyen, hiç bir araştırma yapmayan, tarihimizi değerlendirirken dengeyi aramayan, ortaya koyduğu ‘yanlış’ı dünyanın ‘tek’ ve ‘en büyük’ yanlışı olarak göstermeyi tercih eden ve dolayısıyla kendisine ait ‘dar bakış açısını’ okuyucuya dayatan yazarlara mahkumuz. Yazar kadrosunda pek değişiklik yok, ara ara ‘yeni yetişenler’ ekleniyor, fakat zihniyet hiç değişmiyor. Siz 6–7 Eylül ve benzeri hadiselerle ilgili sistemli, tutarlı bir tavır mı ortaya koymak istiyorsunuz? Eğer bunda gerçekten samimiyseniz buyurun Türk tarihinden, özellikle 19. yy sonları ve 20. yy başlarından 6–7 Eylül’ün kat be kat fazlası hadiseleri, sadece yağma değil, yağma+katliam örneklerini hatırlayın ve onları da böyle çarşaf çarşaf yazın. Eğer niyetiniz Türkiye’nin kamuoyuna psikolojik harekat düzenlemek değilse, gerçekler sizleri gazete arşivlerinde, hatıratlarda ve tarihin sayfalarında bekliyor. Buyurun ve lütfen görün. Gazetelerinin manşetinden ‘Türkiye’nin Utanç Gecesi’ diyenler, inanılmaz bir pervasızlıkla ‘Tarihin En Büyük Toplumsal Felaketi’ başlığı atanlar, ‘Türkiye Tarihiyle Yüzleşiyor’ diyenler eğer Türkiye gerçekten tarihiyle yüzleşebilse Türkiye’nin kamuoyundaki hakimiyetlerinin ne olacağını da pek düşünmüyorlar galiba.
CADDE-İ KEBİR’DEN “İSTİKLAL”E…
Biz tarihimize bakınca aklımıza ‘İstiklal Caddesi’nin adını Cadde-i Kebir’den İstiklal Caddesine çeviren hadise geliyor. Bunun hiç sorgulanmadığını, hiç gündeme getirilmediğini görüyoruz. Yahya Kemal’in mütareke ve Milli Mücadele günlerini anlattığı ‘Eğil Dağlar’ isimli kitabı işgal edilen İstanbul’dan ibret dolu manzaraları yansıtır. İstanbul’da yaşayan azınlıkların, İngiliz askerlerinin o zamanki adıyla Cadde-i Kebir’de gerçekleştirecekleri geçit resmini görmek için ellerinde İngiliz ve Yunan bayraklarıyla caddeye akın ettiklerini biliyoruz. Azınlıklar Türk vatanını işgal edenlerin geçişini görmek için Caddedeki dükkanları büyük paralar vererek kiralamışlardı. Ergun Göze konuyla ilgili yazısında önemli bir bilgiyi sunuyordu: “İstanbul Rumlarının burada vergi vermeden kazandığı paralarla Kıbrıslı Rumlar’ı, Kıbrıs Türkleri’ni öldürsünler diye silahlandırdıkları da ortaya çıkmıştı.”
Yahya Kemal’in “Türk İstanbul”unu Türk-İslam kimliğinden kopararak, ‘Dünya Kenti İstanbul’ haline getirme projeleri birilerinin yine gündemini oluşturuyor.
Prof. Mahir Kaynak ise konunun medyada bu kadar yoğun işlenmesiyle ilgili şunları söylüyor: “Bu bir tesadüf değildir. Bugün bu olayların yeniden hatırlanması ve üzerinde durulması yeni amaçlara hizmet ediyor. Bu kesinlikle bilinçli bir politikadır. Birileri Türkiye’de çok etnikli ve çok dinli bir yapı oluşturmaya çalışıyor.” Bu sözlerden hareketle basınımızın olaylara biraz olsun farklı pencerelerden bakmaya Batılı devletlerin 1950’li yıllarda İstanbul’u, Lübnan’ın Beyrut’u gibi bir serbest şehir haline getirme projelerini araştırmaya ve sorgulamaya çağırıyoruz. Fakat bu yazarların belirgin vasfı yazıp-söyledikleri üzerinde sorgulama ve düşünmeleri istenince ‘slogan atarak savuşturmak’ olduğu için bu konuda pek de umutlu değiliz. Bu durumda 6–7 Eylülleri medya’nın kampanya günleri olarak bilmek kaçınılmaz olacaktır. Bu hadise’den bizlerin, yerlilik ve millilik iddiası taşıyanların da alması gereken bir ders vardır. Şu önemli cümle bu dersin mahiyetini ifade etmektedir: “Arslanlar kendi tarihçilerini yetiştirmedikçe, tarih kitapları hep ‘avcıların’ başarılarından bahsedecektir…”