Milletin şimdiye değin sessiz sedasız oturmasının sebebi bir yerlere güvenmesiydi. Ama artık millet bizatihi kendisine güvenmektedir ve meseleye el koymuştur. Bundan sonrası kolaydır. Ülkeyi idare eden başkanların bunu iyice dikkate almasını temenni ederiz.
Ayrıca milletin yüzde 99’unun zıddına gidecek eylemler yapmak, fikir özgürlüğü değildir.
22 eylül 2005 günü İstanbul 4. Bölge İdare Mahkemesi, Hukukçular Birliğinin Boğaziçi, Sabancı ve Bilgi üniversitelerinin ortak teşkilatlanmasıyla Boğaziçi üniversitesinde yapılması öngörülen Ermeni konferansını iptal etti; Boğaziçi ve Sabancı üniversitelerine savunma için bir ay süre tanıdı.
Bu konferans bilindiği gibi konuşmacılarının tek taraflı olmasıyla dikkati çekmişti. Tertiplendiği yer de en meşhur misyoner Sayrus Vansın kurduğu Robert Kolejin mekânıydı.
Karar nereden bakılırsa bakılsın, bir sivil toplum teşkilatının demokratik ve hukuki bir zaferidir. Medeni cesaret sahibi olan arkadaşlarımızı tebrik ederiz. Zaferleri her türlü takdirin üzerindedir ve tarih bunu kaydetmiştir. Hukukçular Birliğine, sergi ve demokratik tepki için üniversite önüne gelen herkese teşekkür ederiz.
İşte biz hep bunu söyledik. “Hiç bir anti demokratik ve gayri hukuki yola sapmadan, kanunlar dışına çıkmadan, sivrisineğin bile kanını dökmeden demokratik mücadele ile ülkeyi yönetebiliriz, ülkenin gündemini tesbit edebiliriz” dedik. “Bunun için demokratik kültür ve medeni cesaret sahibi olmak ve sivil toplum örgütlerini bu yolda kullanmak gerektiğini” söyledik. “Enerjimizi demokratik eylemlere kanalize etmeliyiz” dedik. “Bunları uygularsak başarırız” dedik. “Çünkü biz milletin yüzde 99’uyuz.” Ve şimdi gördüğümüz gibi ülke artık bizim gündemimize tabi olmaya başladı. Bundan sonra milletin menfaatine ve tabiatına aykırı bir eylem yapmak isteyenler bir kaç kere düşünecektir. Türkiye artık değneksiz köy değildir.
Ancak bir şeyi de önemle belirtmeliyiz. O da artık sırf demokratik tepki koyan taraf olmaktan çıkmamız lazımgeldiğidir. Artık demokratik inisiyatifi ele almalıyız. Bunun için de çok düşünmeli ve çok çalışmalıyız. Yeni faaliyetler, sergiler, anketler yapmalıyız; konferanslar, açık oturumlar tertiplemeliyiz; filimler, diziler çevirmeli, kitaplar yayınlamalıyız. Her şeyden önce İstanbulda bir televizyon sahibi olmalıyız. Aslında birçok televizyon sahibi olmalıyız ama önce İstanbulda muvazaalı partilerle ilişki ve ilgisi olmayan bir televizyonumuz olmalı. Maddi ve manevi fedakârlıkta bulunmalıyız. Gündemi biz tesbit etmeli, oyuncusu biz olmalıyız. Mesela AB’nin şu ana kadar Türkiye aleyhinde çıkardığı kararları listeleyen bir sergi açabiliriz.
Böyle yaptığımız takdirde ülkenin idaresini kimsenin kılına halel gelmeden, kimsenin burnu kanamadan, tereyağından kıl çeker gibi elimize geçireceğiz ve ülkeyi tabii rotasına sokacağız. Kimse bize engel olamayacaktır. Çünkü bu, en tabii hakkımızdır. Çünkü biz milletin kendisiyiz, çünkü biz sadece hakkımızı kullanmış olacağız; Türkün enerjisi, cesareti, inisiyatifi ile meşru, kanuni, hukuki ve demokratik yollardan hedefimize ulaşacağız. Bugüne kadar uyutulduğumuz yeter...
Şu ana kadar bizim önümüzde duran, kendini aydın (!) sanan ve hiç bir şey yapmayan kişileri de saf dışı etmeliyiz.
Milletin şimdiye değin sessiz sedasız oturmasının sebebi bir yerlere güvenmesiydi. Ama artık millet bizatihi kendisine güvenmektedir ve meseleye el koymuştur. Bundan sonrası kolaydır. Ülkeyi idare eden başkanların bunu iyice dikkate almasını temenni ederiz.
Ayrıca milletin yüzde 99’unun zıddına gidecek eylemler yapmak, fikir özgürlüğü değildir. Demokrasi demosa dayanır. Ermenistanda 1914-15’teki Türk katliamı ve 1992’deki Hocalı katliamı için bir konferans düzenlensin de görelim.
Not: Bazı çevreler ve bazı basın, durdurma kararını kışkırtma olarak niteledi. Milletin yüzde yüzünün izzeti nefsini inciten hayali bir olayı düzenleyenlerin yaptığı, düpedüz kışkırtma değil midir?
AB ne zamandan beri Türkiyenin devlet politikasıdır?
AB ve batıcı dış politikanın hükümet politikası değil, devlet politikası olduğunu bir kaç kez yazmıştık. Buna rağmen birçok arkadaşımız durumdan hâlâ haberdar değil. Hâlâ politikanın hükümet politikası olduğunu savunan arkadaşlarımız var. Bazısı politikanın Sezerden sonra değiştiğini; bazısı da AB’ye girme siyasetinin, son üç cumhurbaşkanı olan Özal, Demirel, Sezer zamanında devlet politikası haline geldiğini söylüyor. Oysa bir kere daha vurgulayalım ki, AB ve batı yanlısı dış politika ne Sezerden, ne de Özaldan sonra devletin resmi dış politikası olmuştur. AB ve batı yanlısı dış ve iç politika 1938’den beri devletin dış ve iç politikasıdır. Bu politika yine batıcı kültür politikasıyla at başı gitmiştir. Önce İngiltere ve Fıransayla yapılan anlaşmalar, bilahere 2. Dünya harbi sonrasında BM’ye üye olabilmek için şart koşulan demokrasiye geçme, ardından Sovyet Rus tehditlerine karşı Avrupa ve Amerikayla olan sıkı ilişkiler ve ittifak arayışları, 1949’da Avrupa Konseyine üye olma, yine 1949’da kurulan NATO’ya aza olmak için yapılan sayısız müracaat ve yine 1949’da İsrailin tanınması, CHP hükümetlerinin nasıl bir politika gütmek istediklerini zaten gösteriyordu.
Biz yeri gelince hep yazdık. 1938-1960 arasındaki dış politika ve kültür politikalarını bilmeden Türkiyenin bugününe teşhis konulamaz. Konulursa yanlış olur ve çıkmaz sokakta patinaj yapılıp durulur. Tıpkı bugün olduğu gibi.
Peki milliyetçi aydınlar (!) bunu neden bilmiyor? Cevabı çok basit. Echel olduklarından.
Tam bu noktada ortaya iki soru çıkıyor. Birincisi “biz İstiklal harbini niçin yaptık?”, ikincisi “Menderes-Bayar dönemi nasıl bir dönemdi?” Şimdi bunları cevaplayalım.
İstiklal harbini niçin yaptık?
İstiklal harbini “ya istiklal, ya ölüm” parolasıyla yaptığımız herkesin malumudur. Hedefimiz “İstiklal-i tam”dı. İstiklal-i tam Atatürkün deyişiyle şuydu: “İstilal-i tam denildiği zaman bittabi [tabiatiyle] siyasi, mali, iktisadi, adli, askerî, harsi [kültürel] ve ila [diğer]... her hususta istiklal-i tam ve serbesti-yi tam demektir. Bu saydıklarımın her hangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, mana-yı hakikisiyle bütün istiklalinden mahrumiyeti demektir.”
Peki cumhuriyetin kuruluşundan sadece 29 sene sonra, Atatürkün ölümünden sadece 13 sene sonra memleketin siyasi, mali, iktisadi, adli, askerî, harsi ve ila” istiklali ne oldu? Batının eline geçti ve Türkiye 1918-22 arasına döndü. Yalnızca toprak bütünlüğü farkıyla ki şimdi o da şüphe arzediyor.
Atatürkün Gençliğe Hitabede vurgu yaptığı şu hususların birçoğu şu anda gerçek olmadı mı?
“Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet fakr u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.”
İnsan bunları görünce, düşününce “İstiklal harbini yapmaya gerek var mıydı ya da ne kadar gerek vardı?” diye düşünmekten kendisini alamıyor.
DP iktidarı veya Menderes-Bayar tabusu
Artık Türkiyenin önemli bir devrini oluşturan 1950-60 arasındaki DP iktidarını, onun başbakan ve cumhurbaşkanı olan Menderes ve Bayarı da objektif bir değerlendirmeye tabi tutmanın zamanı gelmiş, geçmektedir.
DP iktidarına objektif yaklaştığımız zaman DP zamanında büyük bir iktisadi kalkınmanın yaşandığını, şehirlere, kasabalara, köylere yol, su elektrik götürüldüğünü, tıraktör ve motorlu taşıt sayısının arttığını, Demoklesin kılıcı gibi halkın başının üstünde sürekli asılı duran CHP faşizminin, dinî baskıların kalktığını görürüz. Bu, DP iktidarının olumlu yönüdür. Madalyonun öbür yönüne baktığımızda ise birçok olumsuz durumu görmek kaçınılmazdır.
Hakkaniyet ve nesnellik adına en başta şunu vurgulayalım ki, Türkiyenin batıcı politikasında esas ve nihai dümen kırmayı gerçekleştiren CHP değil, DP’dir. DP iktidarının 18 şubat 1952’de NATO’ya girmesiyle Türkiye nihai olarak yerinden kopmuş ve batının kucağına düşmüştür. Burada önemli olan NATO’ya girmek değildir. Bir devlet vaziyet icabı her devletle ittifak yapabilir. Sovyet baskısından dolayı Türkiyenin NATO’ya girmesi gerekliydi. Önemli olan NATO’ya girerken Türkiyenin şarklı bir ruhla kendisini kayıtsız şartsız teslim etmesi ve “batı medeniyetini daha kolay alalım” diye her türlü askeri-siyasi hak ve hukukundan vazgeçmesidir. O zamana kadar devrin teknolojisine göre her türlü silahı yapabilen Türkiye, ABD’nin ve NATO’nun modası geçmiş hibe (!) silahlarını kabul ederek kendi askerî sanayisini bitirmiştir. İşin esas garip tarafı şudur: Bugüne değin ölenlerle beraber bu topraklar üzerinde yaşayan 100 milyon Türkten hiç biri, “niçin bizim askeri sanayimiz yok?” diye düşünememiş, düşünse de söylemeye cesaret edememiştir. Şayet bu soruyu on yıllar önce sorsaydık ve yazsaydık, şimdi askerî teknolojimiz ve sanayimiz olurdu.
Hatta o zamanki istihbarat teşkilatı MAH personelinin maaşını dahi Amerikalılar direkt olarak ödüyorlardı. Hükümet haber alınca “bari parayı bize verin de biz ödeyelim” demişti.
Hükümet kararıyla Koreye bir tugay gönderme, İngiltereyle birlikte yürütülen Ortadoğu Paktı (şimdiki BOP’un o zamanki adı), İsrail yanlısı dış politika (DP iktidara gelir gelmez İsraille bir ticaret anlaşması ve bilahare bir çok ikili anlaşma imzalamıştı), Süveyş meselesinde İngilterenin yanında yer alma, 1955’te Bağdat Paktını kurup Arap dünyasını parçalama ve Arap dünyasına Sovyetlerin girmesine yol açma, 1955’te Endonezyadaki Bandung konferansında Üçüncü Dünya ülkeleriyle ilişkiyi bitirme, 1956 Mısır ile İngiltere-Fıransa-İsrail arasındaki savaşta batı ittifakını destekleme, Cezayir meselesinde Fıransanın yanında yer alma (önce Fıransayı tuttu, sonraki oylamalarda çekimser kaldı, ki bu da Fıransayı tutmak demektir), Türkiyenin batıcı (batılı değil) dış politikasının inkâr edilmez gösterge ve delilleridir.
Menderes-Bayar ikilisi Anglo-Sakson ve Yahudilerle o kadar sıkı fıkı bir iş birliğine gitti ki, “Vahdeddine isnat edilen İngilizlerle iş birliği yaptı“ suçlaması bunların yaptıklarının yanında çok hafif kalır. Vahdeddin iş birliğini mecburen yapmıştı. Bunlar hiç gereği ve mecburiyeti yokken Anglo-Sakson ve Yahudilerle kucak kucağa, sarmaş dolaş oldular.
28 ağustos 1958’de İsrail başbakanı Ben Gurion, dış işleri bakanı Golda Meir, dış işleri müsteşarı Şimon Perez, genel kurmay başkanı Zvi Zur’u taşıyan bir uçak Ankaraya indi. İsrail devlet adamları ile görüşen Menderes, İsraille Ortadoğuda radikalliğe ve Sovyet nüfuzuna karşı gizli bir anlaşma imzaladı. Dünyaya uçağın mecburi iniş yaptığı açıklanmıştı ama tabii ki bunu kimse yutmadı (Süleyman Özmen, Ortadoğuda Etnik, Dinî Çatışmalar ve İsrail, 2. b., İstanbul 2002, 374. s. vd.). İsraille daha önce de bir istihbarat anlaşması imzalanmıştı.
DP iktidarı bunlarla da yetinmemiştir. 1959’da o zamanki adı Ortak Pazar olan bugünkü AB’ye girmek için müracaatını yapmıştır. Bu politika 27 mayıstan sonra 1963’teki Ankara anlaşmasıyla perçinlenmiştir. Sonrası malumdur. Ortak Pazar; Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Topluluğu safhalarından geçerek AB’ye evrilmiş ve ütopyası hâlâ devam etmektedir.
Menderes döneminde CHP’nin kültür politikası aynen devam ettirilmiştir. Fazla olarak batıcı politikadan dolayı TDK ve TTK, Türklükle alakalı eserler yayımlamayı hiçe indirmiştir. Menderesin en büyük günahlarından biri de İstanbulu camileriyle, hanlarıyla, hamamlarıyla, kervansaraylarıyla, çeşmeleriyle, sivil mimarisiyle dozerlere bizzat nezaret ederek vandalca, barbarca yok etmesidir. Çünkü İstanbula gelecek olan batılı bir siyasetçi şehirdeki cami ve minarelerden dolayı Türkiyeyi batı veya batılı bir ülke olarak görmeyecekti. Camiler yıkılırsa şehir modern ve batılı olacaktı. İstanbuldaki cami baskısına Ş. S. Aydemir ve Nurullah Ataç da vurgu yapmıştı. Ataç bu yüzden İstanbulu sevmediğini açıkça yazmıştı (Sadece 1956-57 yıllarında 54 cami yıkılmıştır (Hürriyet-İstanbul, 18 mayıs 1999, 1 ve 4. s.).
DP’nin dinî politikası da samimi olmaktan ziyade oya yönelikti. Sırf İstanbulun onlarca camisini yok etmek dahi DP iktidarının dinî serbestleştirme politikasında samimi olmadığının kanıtlarından biridir.
Dinî serbestlik CHP zamanında başlamıştı ve DP zamanında sadece ezan Arapçaya çevrilmiş, ilk ve ortaokullara din dersi konulmuştu (Radyodan mevlit yayını Atatürk tarafından bizzat yaptırılmıştı). Oysa CHP zamanında 1947’de okul haricinde din eğitimine, 1949-50 arasında 1.5 yıl başbakanlık yapan Şemseddin Günaltay döneminde ise ilk okullarda ihtiyari din dersine, tekke ve zaviyeleri ziyarete, Osmanlı hanedanına mensup kadınların dönmesine, imam hatip okullarının açılmasına, Ankara ilahiyat fakültesinin kurulmasına, türbelerin ziyaretine izin verilmişti.
Şemseddin Günaltay 1950 başlarında mecliste şöyle diyordu: “İşte ilkokullara din dersi koyan bir hükümetin başkanıyım. İmam hatip liseleri açan, dini ihya eden bir hükümetin başkanıyım.” (Mahmut Makal, Çağdaş Türk Dili, şubat 1993, 60. sayı, 8. s.).
Gerek CHP, gerek DP zamanında dinî serbestleşmenin esas sebebi dinsiz veya dine kayıtsız Nazi ve Mussolini rejimlerinin yıkılması ve dini komünizme karşı bir set olarak kullanma düşüncesidir ki, bu da Amerikalıların telkiniyle olmuştu. Yani dinî serbestinin esas sebebi ABD’nin telkini ve baskısıdır.
Devrin başbakanı Menderes çok çapkındı. Ayhan A. ve Suzan S. isimli iki sevgilisi vardı. Bugün olsa kıyamet kopardı. Ama o devirde bunlar ne basın nezdinde, ne halk nezdinde, ne iktidar nezdinde, ne de muhalefet nezdinde hiç mesele arzetmemişti. Peki, halk böyle çapkın bir başbakanı niye tutmuştu? Çünkü halk CHP’den o kadar yılmıştı, o kadar yılmıştı, o kadar yılmıştı ki, kör ölür badem gözlü olur darbımeseli gereğince asılan Menderese üzülmüştü.
Evet, halk CHP’den o kadar yılmıştı ki... Onu bir daha tek başına iktidara getirmedi ve getirmeyecek de. CHP’nin en büyük yanlışı ise Yunancı-Latinci eğitim politikasını devreye sokmasıydı.
Ufuk Ötesi şu ana değin birçok tabuyu yıkmıştı. Böylece DP ve Menderes tabusunu da yıkmış bulunuyor.
NOT: Milliyetçi bir vatandaş, Bayara “siz mason musunuz?” diye sormuş, aldığı cevap tabii ki “hayır” olmuş. Milliyetçi vatandaş bunu bir toplantıda inanarak anlattı. Biz de onun saflığına güldük. Yani Bayar “evet” mi diyecekti?