Günümüzde devletimizin yapısının temelinden dinamitlenmesi ya da ‘köküne kibrit suyu dökülmesi’ anlamında, İsmet İnönü’nün eliyle başlatılan Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının hakimiyetine teslim edilme sürecine, İnönü’den günümüze kadar gelen iktidarlardan çoğu; başlarını eğerek, ellerini uzatarak, dillerini salarak, beyinlerini uyuşturtarak ve gözlerini körleterek, kelimenin tam anlamıyla kendilerini vermişlerdir.
On dokuzuncu yüzyılda yazılmış bir roman vardır. Bu roman ünlü Fıransız yazarı Viktor Hügo’nundur ve Paris’teki Notr Dam kilisesini mesken tutmuş olan bir kamburun hayatını anlatır. Sinemaya da birkaç kez uyarlanmıştır. Bu romandaki esas oğlan, tam anlamıyla bir çeşit hilkat garibesidir. İşte bu iki sözcük; yani “Hilkat Garibesi”, ülkemizde canlı varlıkların biyolojik anlamda olağanın dışındaki görünümlerine göre kullanılmaktadır. Biz burada, bu iki kelimeyi, başka bir konumu ifadelendirmek için kullanacağız. Bizim kullanacağımız alan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin günümüzdeki konumuyla ilgilidir. Gerçekten de devletler dahi, biyolojik anlamda bir gelişme ya da değişme göstermese de, başka bir anlamda, gelişim ve değişim gösterebilirler. Buna göre bu değişim, zamanın ve mekanın payı da hesaba katılarak, sosyolojik anlamda izah edilebilir. Günümüz Türkiyesindeki devlet yapısı, gerçekten de biyolojik yönden olmasa da, sosyolojik anlamda bir “Hilkat Garibesi”ne doğru dönüşmekte, daha doğru bir ifadeyle dönüştürülmektedir. Bu “Hilkat Garibesi”ne yönelik yaklaşımları, pek çok alanda sizlere misal olarak gösterebiliriz. Bu manada, ‘Ufuk Ötesi’ gazetesinin bu sayısında, devlet yapısının “Hilkat Garibesi” haline gelmesinde ya da getirilmesinde rol alanların dışında, “Hilkat Garibesi”nin pıratisyenlerinden bazılarını da, sizlere tanıtmak istiyoruz. Günümüzde devletimizin yapısının temelinden dinamitlenmesi ya da ‘köküne kibrit suyu dökülmesi’ anlamında, İsmet İnönü’nün eliyle başlatılan Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının hakimiyetine teslim edilme sürecine, İnönü’den günümüze kadar gelen iktidarlardan çoğu; başlarını eğerek, ellerini uzatarak, dillerini salarak, beyinlerini uyuşturtarak ve gözlerini körleterek, kelimenin tam anlamıyla kendilerini vermişlerdir. Teslimiyet bayrağını ellerine alan ABD ve yandaşları, ülkemiz üzerindeki sinsi pilanlarını, kesin zafere dönüştürmek için, çok dikkatli çalışmalar içersine girmişler ve bunun sonucunda da, istek ve emelleriyle ilgili olarak büyük mesafeler almışlardır. Bu dediklerimizin açık kanıtları, Türkiye Cumhuriyeti’nin altmış yıllık ABD ile olan ilişkilerinin her safhasında, kendisini net bir şekilde göstermiş, göstermekte ve de gösterecektir. Tabi ki bu tespit durumu, tarihin yaşanılan süreçteki akışını görebilen, değerlendirebilen gözlere ve şartlanmamış, teslim olmamış beyin sahiplerine yöneliktir...Günümüzde sosyolojik anlamda, “Hilkat Garibesi” konumuna düşürülen bu ülkeden, o kadar fazla örnekler verebiliriz ki, sizler dahi bu bağlamda, ‘devletimiz hala nasıl ayakta duruyor’ ya da ‘ülkemiz varlığını nasıl sürdürüyor’ diye şaşırabilirsiniz?! Gerçekten de, şöyle bir düşününüz ve hatırlayınız! Ülkemizde devletin televizyonu olan TRT eliyle, “Salkım Hanım’ın Taneleri” adlı bir roman, film halinde çekilmiş ve bu durum TRT ekranlarından da hiç utanılmadan verilmemiş midir? Bu olayın vahametini, sizin akıl ve mantığınız alıyor mu? Bu konuda da, hemen demokrasi papağanlığına soyunanlar çıkacak ve de hayatımızda her zaman olduğu gibi, bol bol limonlanmış ve sirkelenmiş palavra salatasını da önümüze süreceklerdir. Oysa onlara, sadece günümüzdeki Ermenistan örneği verilerek;‘siz niçin demokrasiyi bu bağlamda Ermenistan’da ya da diyasporasında aramıyorsunuz’ diye, bir soru dahi sorulamıyor Çünkü ülkemizdeki malum kafalar, bildiğiniz gibi kumlara gömülmüş bir şekilde öylesine bekliyorlar. Peki bu nasıl kumdur? Bu çıkarın ve paranın sıcak yüzünün temasına yönelik bir kum çeşididir. O nedenle, gerçek kumlarla olan tek benzerliği vardır; o da, sadece isim anlamında olan bir benzerliktir. Bu iki çeşit kumun, başka hiçbir şeyi, ortak ya da benzer değildir.
Bu bağlamda bir bakıyorsunuz, Diyanet işleri Başkanlığı teşkilatına ve burada dahi, kökenini gizleyerek gelenlerin cirit attığını görüyorsunuz ya da sizlere gösteriyorlar. Bu durumu gösterenlerden, kim olursa olsun Allah razı olsun!.. Bu Diyanet İşleri Başkanlarından bir tanesini, vakti zamanında, 1977 yılında Hergün gazetesinde Zekeriya Beyaz yazmaya çalışmıştı da, malum çalışmanın önü, adı geçen gazetede, baskı sonucunda birdenbire kesilivermişti! Zekeriya Beyaz’ın, o yazısında, Ermeni kökenli olarak deklere ettiği kişi, o dönemde Diyanet İşleri Başkanı olarak bilinen Süleyman Ateş’ten başkası değildi.
Günümüzde ise, bir başka Diyanet İşleri Başkanı’nın annesinin de Ermeni olduğu iddiyası gazete ve dergilerde ileri sürülmektedir. Bu durum, içinde bulunduğumuz, devletin, sosyolojik anlamda bir “Hilkat Garibesi”ne dönüştürüldüğünün de kanıtı değilse nedir? Bu ülkede, azınlıklar üzerine baskılar yapıldığı, onlar için devletin istihbarat çalışmaları yaptırdığı ileri sürülmekte ve tüm bu faaliyetlerin resmi yönlerindeki etkinliğinin kırılması anlamında da, bazı çalışmaların 5 Ocak 2004 günü yayınlanan genelge ile iptal edildiği, aynı yıl içinde bütün millete basın yoluyla da açıklanmıştır. Bu durumda, şu yorumu mu yapmalıyız? Azınlıklar üzerinde baskı unsuru olduğu söylenen genelge, gerçekten baskı unsuru olabilmiş midir? Baskı unsuru olmuşsa ve bu nedenle Süleyman Ateş’ler, Lütfi Doğan’lar ya da halen böylesi benzer konumlarda olup da içimizde var olan başkaları, kimliklerini saklamak zorunda kalmışlarsa, şu soru da hemen akla gelmelidir. Yani azınlıklar üzerine özel bir politika takip eden bir devlet, o azınlık anlayışının köklerinden gelerek, devletin en üst birimlerine kadar, o tip insanlardan bazılarının yerleşebilmesine niçin engel olamamıştır? Bu durum, neyle izah edilebilir? Devletin “Hilkat Garibesi” haline gelmesiyle ya da getirilmesiyle mi izah olunabilir? Kanımca, o malum şahısların kimliğini gizleme gerekçelerinde, bazı özel nedenler vardır. Buna göre, devletin yönetiminde; bürokrat, politikacı vb. şekilde etkin olmak isteyen böylesi kişiler, kimliklerini saklama ihtiyacı duymaktadırlar. Bunu yapmalarındaki temel gerekçe ise, Türkiye’deki çoğunluğun Türk kökenli insanlardan oluşmasıdır. Böylesi bir durumu tespit eden azınlık ya da azlık mensuplarından bazıları, kurnazca hareket etmektedirler. Bu çeşit insanlar, kökenlerindeki farklılıkları gizlemek için, büyük çabalar sarf etmekte ve çoğunluğu oluşturan Türk insanlarının önüne geçerek, ortamı gayri millilik anlamında tıkayarak hareket etmektedirler. Böylece bu insanlar, Türk insanının önünde makam sahibi olup, yönetici-bürokrat sıfatıyla en tepelere çıkarak, görev ve sorumluluk almanın daha kolay olmasını hedef gütmektedirler. Bu nedenle, malum şekilde kimliklerini gizleme ihtiyacını duymaktadırlar. 1970’li yılların iki Diyanet İşleri Başkanı’nın da bu gizleme olayları içersinde olması, nasıl bir anlayıştır? Bu durum, yoksa gerçekten tesadüf müdür? Basındaki açıklamalardan sonra, bu Diyanet İşleri Başkanları’nın da annelerinin Ermeni olması konusu, bir ölçüde dediğimiz açılardan da incelenmelidir. Bize göre, onların ya da onlar gibilerin, temel korkuları ya da korku kaynakları, Türk milletinin çoğunluk olmasının vermiş olduğu pisikolojik baskının ifadesinin sonucudur. Öyleyse, azınlıklar ile ilgili yasa varsa, bu yasa niçin falanca kişinin annesinin Ermeni kökenli olduğu hususunda ilgililere ve yetkililere görüş bildirmemişti ya da bildirmiyordu? İptal edilen “gizli karar”ın amacı ve hedefi neydi? Daha da vahimi, geçmişte eğer bu konuda görüş bildiriliyorsa, adı geçenlerin o makamlara çıkması, yetkililer tarafından niçin engellenmiyordu? Yoksa bu ülkede, daha büyük güçler mi vardı? Bu durum da sürekli birilerinin ağzında damla sakızı olan “derin devlet” ne yapıyordu? Yine bu ülkede, azınlıklar ya da kimliklerini gizleyip de, kendilerine av ya da hedef alanı seçenler hususunda, gerçek hedefleri bulmayan veya bulamayan bazı memurların iş yapmazlığı ya da beceriksizliği karşısında bulunmuyor muyuz? Türk toplumu ise, hızlandırılmış tüketim toplumu haline getirilmiş ve bu konudaki sırtlanların, çakalların tuzağına düşürülerek debelene debelene acı çekme sürecine sokulmuştur. Türk milleti adına olumsuz durumları tezgahlayan ve sonrasında da avuçlarını ovuşturarak izleyen bir güruh ile karşı karşıyayız. Böylesi aşağılık bir güruhun, ülkemizi peşkeş çekmek uğruna, bizlere karşı hayinlik ederek, iğrenç bir politik süreç takip edecekleri de, kesin olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, adı geçen Diyanet İşleri Başkanlarını var olan mevcut kanunlara ve de istihbarat teşkilatlarının varlığına rağmen teşhis edemeyen bir yapı, hangi alanda ve neleri başarabilir ki? İyi düşününüz! Böylesi hedefi ve de ilkesi sınırlı olan bir sosyo-politik süreci taşıyan bürokratik anlayışların, Ermeni kökenli Diyanet İşleri Başkanlarını doğurması, bu ülke için ne yazık ki, hazin ve ibret dolusu bir tablo değil midir? Bazıları; “efendim, adı geçen şahıslar Müslüman olmuş ya! Daha ne arıyorsun’ diyebilirler? O zaman derim ki, Süleyman Ateş’in 1970’lerdeki bazı yazılarını iyi ve derinlemesine okumakta fayda vardır. Bu çeşit yazılardan yapılan alıntılardan bazıları, Zekeriya Beyaz’ın 1978 yılında yayınladığı “Darvinizm’in Yıkılışı” adlı kitabında yer almıştır. Ayrıca, böylesi gelişmeler ya da değişmeler, niçin çoğunlukla bizim topluluğumuz içersinde olmaktadır? Dün Osmanlıda da bu yapı vardı ve nihayet o yapı, Osmanlıyı devşirme azınlığı eliyle, onların politikasıyla yedi bitirdi. Bu gün de, Türkiye Cumhuriyetini kemiriyor, eritiyor... Doğal olarak da, biz Türkleri...
Siz, bir Türk insanının, daha da yumuşatarak söyleyelim, varsayalım ki Gökoğuz, Çuvaş ya da Hakas kökenli Hıristiyan bir Türk’ün, Ermenistan’da kilisenin başına gelebileceğini düşünebiliyor musunuz? Eğer düşünemiyorsanız niçin? Düşünememedeki gerekçeniz nedir? İnsan hakları mı, demokrasi mi, yoksa özgürlük mü ya da bilemediğimiz başka bir şey mi? İyi düşününüz! Düşünmeyenleri de düşündürünüz! Sosyolojik anlamda ülkemizde Hilkat Garibesine dönüşen böylesi bir süreçten gelen yapının içersinde, Türk ırkına düşman bir Abdullah Cevdet’in adının sokaklara verilmesi karşısında da, durumu normal karşılamaktan başka, görevliler, yetkililer, utanmadan yıllarca aylık alanlar ve bu şekilde emekli olanlar ne yapmışlar ki? Yine diğer bir enteresan noktada, adı dahi Yahudilerin kullandığı bir isim olan Hiram, yani Hiram Abbas kimdi ve hangi teşkilatın uzun yıllar içersinde bulunmuştu? Tüm bunlar, ibret ve de ders alınması gereken noktalardan sadece bir kaçı değil midir? Bunları çoğaltabiliriz. Böylece liste uzar gider ve de kendi kendinize kahrolur ve ‘Biz nerede yaşıyoruz ve millet olarak hep böylesi konularda uyutuluyor muyuz’ dersiniz?..
‘Ne mutlu Türküm Diyene’ diyemeyen Recep Tayyip Erdoğan’ın Kültür işlerine bakması gereken, fakat uyumaktan bakmaya herhalde vakit bulamayan bakanı Atilla Koç efendi, bu ülkenin Hilkat Garibesi’ne yönelik son örneklerinden birisini de, bir Fıransız kanalına devletimiz eliyle para ödeterek yaptırmış. Uyuyan bakan olarak da tanıtılan kişi, Fıransız kanalı olan TV 5’e, ülkemiz için puropaganda (!) adına acaba ne kadar para verdirmiş? Bu olumsuz durumlara ve bu durumları destekleyenlere, daha ne kadar tahammül edeceğiz? A. Koç efendi karşı puropagandaya dönüşen 17 Eylül 2005 tarihli yayına utanmadan ve de sıkılmadan nasıl sahip çıkabilmektedir ve bunu nasıl destekleyebilmektedir?
Bu bağlamda, Kürt kökenli Turgut Özal’ın Çekiç Güç’e ülkeyi teslim etmesi, sonrasında da Talabani ve Barzani’ye kırmızı pasaport sağlanması ve gelen bütün iktidarlar tarafından Çekiç Güce TBMM’nde destek verilmesi, Hilkat Garibesi olmayla ilgili olmasın sakın!.. Dikkat buyurun! Antakya’da elinde Türk bayrağı bulunan emekli astsubay olduğu söylenen bir vatandaş, polisler tarafından gözaltına alınmış!.. Gel de isyan etme!.. Bu kadar da olmaz ki... Bu konu, neyle izah edilebilir? Edilse edilse Hilkat Garibesi haline getirilen devletin, sosyolojik yapısıyla izah olunabilir... Bakalım bu ülkede, daha neler göreceğiz! Türk bayrağını çiğneyenler revaçta; üstelik çiğneyenleri açık ya da gizli olarak basında, özellikle “sivil toplum” palavrası altında destek verenler, eller üzerinde taşınmakta, söylemleriyle de pohpohlamaktadırlar. Yine onlardan bazıları, sözde danışman, yazar gibi unvanlar arkasında ve bilmem ne fonundan destek alır şekilde, asalakça yaşamakta ve bunlara kimse, ama kimse ne askerler, ne polisler, ne milliyetçiler ne de başka birileri dur diyememektedir. Bu neyin gücüdür? Acaba bu “derin sömürü”nün gücü müdür? Bu güç, bildiğimiz anlamda, bir yerlerden ve belirli şekilde beslenmektedir? Tüm bu yapılanlar, gün be gün ülke gündeminde açık olarak yaşanmaktadır. Fakat Türk milletinin geleceği adına, yarınları adına, olumluluk adına, değişen hiçbir şey olmamaktadır. Daha da acı günlerin, geleceği de anlaşılmaktadır. Nitekim bu ülkede Türk bayrağı taşıyanlar, evlerinin camlarına bayrak asanlar, PKK yandaş ve sempatizanlarının açık olarak, televizyon ekranlarında gördüğümüz şekilde, saldırısına uğramakta ve bu saldırganların bazıları hakkında, doğru dürüst bir şey de yapılamamaktadır. Ne günlere kaldık? Bu her halde, Recep Tayyip Efendi’nin ülkeyi yönetmesindeki becerisi olsa gerekir (!) Biz yine de diyoruz: ‘Burası neresi? Bu ülke kimin ülkesi? Uyan Türk milleti uyan!’ Bu ülke Recep Tayyip’in babasının çiftliği değil! Bu ülke biz Türklerin, “Ne mutlu Türküm Diyenlerin” kanı ve canı pahasına kazanılmıştır. Dökülen kanlar, verilen canlar, bu kadar ucuz ve bu kadar basit politikalara feda edilmemelidir. Ne yapmalıyız? Bana göre, yapacağımız akılcılık ve gerçekçilik düzleminde, bu belalardan kurtulmamızı sağlayan tek bir şey vardır. Nedir diye sorarsanız? Şöyle derim: Türk milliyetçiliğinin meşalesini, hep beraber; ama hep beraber aklı başında, hedefi ve geleceği olan ve kendini ifade edebilen kadrolarla yükseltmeliyiz. O kadroları da yeniden oluşturmalıyız. Ülkenin bundan öte, taviz vermeye, zaman kaybetmeye tahammülü yoktur. Türklüğe her anlamda, her yerden hayinler saldırılırken, Türk milliyetçileri yarınlarda yüzlerinin gülebilmesi için, onuru, erdemi ve gururu taşıyabilmeleri için, hep beraber ayağa kalkmalıdır... Tüm bunlar ve daha niceleri, ülkemiz yönetimindeki sosyolojik “Hilkat Garibe”lerine örnek olaylardır. Şimdi bu konuda, son örneği de vermek istiyorum. Bu örnek 6-7 Eylül olaylarına yöneliktir. Bilindiği üzere, başta Doğan gurubunun gazetelerinde olmak üzere yoğun bir puropaganda oluşturularak, toplumun önüne konulan 6-7 Eylül olaylarının fotoğraf sergisi, son derece tahrik ve de bünyemizi tahrip edici şekilde sunulmuştur. Bu sunumda, “Tarih Vakfı” adlı kuruluşun öncülük etmesi, ibret alınmalıdır. Aynı zamanda bu olaydan ders çıkarılmalı ve hiçbir zaman unutmamız gereken faaliyetler olarak algılanmalıdır. Adı geçen “Tarih Vakfı” sürekli olarak belirli yöreler adına kitaplar yayınlarken, Türklerin milliyetçiliğinin önünü kesmek adına da, bilhassa bazı yazarlar eliyle faaliyette de bulunmaktadır. Bu 6-7 Eylül olaylarının sergisinin kaynağı hakkında, yorum yapmak ve de bu yoruma istinaden düşünceler üretmek, üzerimize düşen milli bir görevdir. Arkadaşlar! Adı geçen sergideki fotoğrafları bağışlayan, Emekli Hakim Tümamiral Fahri Çoker denilen bir şahısmış... Şimdi düşünebiliyor musunuz, Fahri Çoker denilen kişi, bu ülkede subaylık yapabilmiş ve bunu da hakimlik mesleğiyle icra etmiş... Şahsın görevi konusundaki objektifliğini ancak Allah bilir. Biz bu konuda yorum yapmayacağız. Fakat Tarih Vakfına bağışladığı ve bu vakfın günümüzde sergilediği resimler kime ayittir? Bu şahıs, bu fotoğraflara nerede ve nasıl sahip olmuştur? Niçin sahip olmuştur? Bu fotoğrafları, kendi özel mülkiyetinde tutma hakkı var mıdır? Bu hakkı kendisinde görmüş olan bu şahıs, bu fotoğrafları adı geçen vakfa devretme yetkisine ve hakkına sahip midir? Genelkurmay Başkanlığının konuyla ilgisi ve bilgisi var mıdır? Fahri Çoker görevi sırasında eline geçen bu fotoğraflar hakkında, Genelkurmay Başkanlığı’na bir bilgi vermiş midir? Diyelim ki, tüm bu fotoğraflara Fahri Çoker, özel mülkiyeti anlamında sahipti (!) Öyleyse Fahri Çoker, bu bağışıyla kime ne fayda sağlamak istemiştir? Türkiye Cumhuriyetine mi?!! Niçin bu fotoğrafları Atatürk’ün kurdurttuğu Türk Tarih Kurumuna değil de, Tarih Vakfına bağışlamıştır?Yoksa Fahri Çoker, Atatürkçü değil miydi? Tarih vakfının yaptıklarını, çıkardığı yayınları hiç görmemiş midir? Perşembenin gelişinin çarşambadan sonra olduğunu birileri ona söylememiş midir? O şahıs, bu atasözünü de hiç duymamış mıdır? Fahri Çoker nerede yaşadı? O, bu ülkede hiç yaşamadı mı? Fahri Çoker ekmek parasını, su parasını, hayatının parasını nerede kazanmıştır? Hayatı boyunca okuduğu okullardan görev yaptığı yerlere kadar, hangi millet bunun bedelini ödemiştir? Yoksa bu millet, Türk milleti değil midir? Fahri Çoker’in devrettiği vakıfla ortak paralelde çalışanların, Türk milletine bakışları nasıldır? Örneğin Murat Belge’nin bu konudaki yaklaşım ve bakışlarını göremeyecek kadar Fahri Çoker bilgisiz olabilir mi? Adı geçen Fahri Çoker, millilik konusunda duyarsız ya da ilgisiz miydi? Yine Fahri Çoker Cumhuriyet Senatosuna üye seçilmemiş miydi? Ölene kadar kimden maaş almıştı? Niye Fahri Çoker’i Kenan Evren’in başında olduğu 12 Eylül konseyi reddetmişti? Bu anlamda Fahri Çoker’in bir vukuatı mı vardı? Eğer bir olumsuzluğu varsa, maaşı ölene kadar kendisine kuzu kuzu ödenmemiş miydi? Tüm bunların da ötesinde, Yunanistan devletinin gerek Kıbrıs’ta, gerek Batı Tırakya’daki olumsuz faaliyetleri hususunda, her hangi bir general ya da amiralin, Fahri Çoker gibi bir davranış içersine girdiğini gördünüz mü? Girebileceğine inanıyor musunuz? Yunanistan’da devletin en üst makamlarına gelip de, devletlerinin geleceği hususunda bu kadar kolay bir şekilde belge, fotoğraf ya da hatırat yayınlayabilecek bir yetkili bulabilir misiniz? Bundan da öte, böylesi teşebbüslere geçen ya da geçecek olan kişilere Yunanistan devletinin, istihbaratının, yetkililerinin izin vereceğine inanıyor musunuz? Ben inanmıyorum. İşte bu yüzden ülkemizde, en üst makamlara kadar yaşanan bir Hilkat Garibesi olaylarıyla karşı karşıyayız. Bir tarafta canını dişine takan, yoksul mu yoksul Türk ana babalarının şehit düşen evlatlarının, hiçbir şekilde ödenmesi mümkün olmayacak olan can ve kan bedelleri; diğer taraftan, Cumhuriyet Senatosuna kadar çıkan, 12 Eylül yönetiminden veto yiyen ve en üst dilimlerin birinden aylık maaş alan Fahri Çoker... Bu, adil bir düzen mi? Bu durum, devletin Hilkat Garibesi olma durumuyla izah edilmezse, neyle izah edilebilir? Artık umudumuz, kimde ya da kimlerde olacaktır? İyi düşünmeliyiz! Her gördüğümüz sakallıya dede dememeliyiz. Diyenleri uyarmalıyız. Bu konuda bizden de öte, en önemli görev, devletin kasasından beslenen ve unvan alan kişilere düşmektedir. Bizden söylemesi. Onurlu bir Türk olarak, bu konudaki görevimizi yaptığımıza da inanıyorum.Vicdanım rahat!..