Çok değil...
Daha düne kadar görmek istemezlerdi birbirinin yüzlerini. Öfkeden sesleri titrerdi.
Ama şimdi kol kolaydılar... Kimler mi? KKTC'nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, ADD Başkanı Ertuğrul Kazancı, HÜRPARTİ Genel Başkanı Yaşar Okuyan, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, MHP eski milletvekili Mehmet Gül, eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş...
Lozan antlaşması'nın 82. yıldönümünde İsviçre'nin Lozan kentinde bir aradaydılar.
Ulusal bağımsızlığın devamı için tek yürek, tek yumruk olduklarını dosta düşmana ispat etmek için oradaydılar.
“Ah ne olurdu, dün de birbirini anlayabilseler ve bu ülke bunca gerginlik yaşamasaydı” diyor ve ekliyoruz: “Aman bundan sonra birlik ve beraberliğimiz bitmesin!”
Bu çağrıya bir adım öne çıkıp bir ilavede daha bulunmak istiyorum: “Sakın ola ki, bu ülkede yakasında muhafazakâr rozet bulunan aydınlarımızı da yok saymayın. Bilin ki, bu ülkenin kurtuluşunda nice ulema, nice din adamı isimsiz nice Sütçü İmamlar bayraklaştı.”
Yani… Gayri anlaşma vakti beyler...Birbirimizi anlamak, birbirimizle kaynaşmak için inanılmaz bir zamanlama...Utanmayalım, birbirimizden, çekinmeyelim...“Ver elini arkadaş!” diyelim, uzatarak elimizi... Bakın o zaman, yüreğinizdeki heyecanı sanki aynada görecek ve çarpan yüreklerin hep bu vatanın selameti için olduğunu nabızlarda hissedeceksiniz. İçimde yanan arzuyu, bir mini anekdotla dillendirmek istiyorum.
Önceki çalıştığım gazeteye röportaj için Edip Akbayram’a gittiğimde
dedim ki; “Siz bu ülkenin bir sanatçısısınız. Ama toplumun bir kesimine ulaşıyor, diğer kesimine ulaşamıyorsunuz. Onlar da sizden habersiz. Ben bir gazeteci olarak, sizin gibi usta bir sanatkârı, toplumun diğer yüzüyle buluşturmak, onlara sizden mesaj iletmek, onların da sizi tanımasını sağlamak istiyorum. Belki bu konuda beni anlamayan gazete yönetiminden ikaz bile alabilirim. [Nitekim röportaj sonrası ikaz da almıştım.] Ama yine de ben gazeteciliğimi yapmak için varım.”
Bu sözüme çok duygulanan değerli sanatçı Edip Akbayram da dedi ki: “Benim sanatkârlığımı engellemek isteyen çok insan bugün unutuldu. Ama ben hâlâ sanatımı icra edebiliyorum. Siz de bu ahlak üzere gazetecilik yaptığınız sürece gazeteciliğinize engel olmak isteyenler unutulsa da siz gazeteciliğinize devam edersiniz.”
Ve Edip Akbayram, bir sanatçı olarak orada okuyucuma şu mesajı vermişti:
“Çocuğuma bir süt almakta zorlandığım yıllarda bile ülkem dışından gelen teklifleri reddettim ve ülkemde sanatımı icra ettim. Ben ülkem varsa varım. Ülkemin menfaatlerini korumakta en milliyetçiden daha milliyetçiyim.”
Ülkemiz, yıllar yılı hiziplere bölünmek istendiği için adeta “herkesin aydını kendine” gibi bir durumla karşı karşıya kalındı. Hitap ettiği kesimle ilgili çok şey bilen bir aydın ilgisi olmayan bir kesimin kültürüyle ilgili de hiçbir şey bilmiyor. Böyle bir saçmalık olabilir mi?
Örneğin Türkiye’de hiç cami yüzü görmemiş, ömründe bir kez bile abdest almamış nice aydın insana karşılık, hiç baleye veya bir sanatçı konserine gitmemiş nice münevver var.
Bu ülkede örneğin bir Necip Fazıl’ı, bir Cemil Meriç’i bir Arif Nihat Asya’yı vb. okumadan “aydınım” diyenler olduğu gibi; bir Nazım Hikmet’ten, bir Fakir Baykurt’tan, Bir Attilâ İlhan’dan bihaber aydın geçinenler var. Musikiyle ilgisi olmayan, resmi hiç sevmeyen, ebru hakkında bir satırlık bilgisi bulunmayan, dini ritüellerden habersiz bir insan, gerektiğinde çevresine yol gösterici olamaz. Veya yönlendirmesi hep yarım kalır.
Herkesin kendine göre bir dünya çizip o dünyada yaşıyor olması, ülkenin en büyük kaybıdır. Sinerjiyi engellemekte, sürtüşmeye sebep olmaktadır. Bu ise terakkiye, ilerlemeye mânidir. Çünkü bir kesime göre, önem arz eden bir husus, diğer kesim için saçma gelmekte, üstelik oturup fikir alış verişinde bulunmaya da imkan olmamaktadır. Bu durumda hiç çözüme ulaşılabilir mi? 12 Eylül sonrası hapse düşen nice sol ve sağ militan hapiste birbirini tanıma fırsatı bulmuş, hatta kimileri daha sonra can ciğer arkadaş olmuş, düne kadar birbirini anlamadıkları için ne pişmanlıklar yaşamışlardır.
Vatan Gazetesi’nde 27.03.2005’te yayınlanan röportajında, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığını da yapmış olan Eski MHP İstanbul Milletvekili Mehmet Gül, Arda Uskan’ın “1980 öncesinde solcularla ülkücüler arasında yaşananları bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna “Solcuların çoğunu o zaman hain gibi görürdük. Şimdi anlıyoruz ki büyük bir çoğunluğu gerçekten vatanpervermiş. Ben dün mücadele ettiğimiz solcuları arıyorum.” demiştir.
Aynı şekilde farklı siyasi iktidarlar hükümet olduklarında diğer iktidarın kadrosunu hiç liyakatine bakmadan kapıya koymakta ve kendi (doğru ve bilgili) bildiği kimseyi getirip masaya oturtmaktadır. Bu tutum kurumsallaşmanın ve devlette devamlılığın en büyük düşmanıdır.
Attilâ İlhan’ın “ Sen ben kavgasını bırakalım çocuklar. Önce ülke elden gidiyor, onu kurtaralım sonra kavgamızı yine yapalım” çağrısı çok mânidardır.
Bir mânidar durum tespitini de Mehmet Barlas’ın makalesinden aktaralım: “Uzun yıllar önce, 1970'lerde bir okurumla sohbet ediyorduk. Emekli bir subaydı. Okuduğu gazetenin yaşamını nasıl etkilediğini şöyle anlatmıştı:
-Subaylık dönemimde hep Cumhuriyet okudum. Emekli olunca diğer emekli subaylarla orduevinde oturunca bir baktım, onların konuştuğu hiçbir konudan haberim yok. Ben anayasayı, rejim krizlerini, siyasal sistemleri biliyorum. Onlar nasıl tatil yapılacağını, alışveriş yapmayı, yaşamayı, film yıldızlarını biliyorlar. Hemen Hürriyet ve Günaydın okumaya başladım. Şimdi ben de emekli arkadaşlarımla diyalog kurabiliyorum. [Mehmet Barlas – 13.06.2005 Sabah gazetesi]
Evet arkadaşlar... Gayri birbirimizi tanıma, birbirimizi anlama vakti gelmedi mi? Yüreği bu ülke için çarpan herkese selam olsun...