Türkiye’de çarpışan tarafların iradesinin ve inisiyatifinin dışında bir kaos ortamı söz konusudur. Çarpışan aktörlerin istencinin dışında, Türkiye’nin etnik ve mezhepsel bir zeminde saflaşması, sol ve emeği esas alan bir siyasal bilinç yerine, alt kimlikleri belirleyici kılan, istikrarsızlaşmayı esas alan güçlerin yönlendirmesi söz konusudur.
Batı Türkiye’nin sola kaymasını, kamp ve saf değiştirmesini istememektedir. Kapitalist kampta, ama batının denetiminde, emperyalist inisiyatif altında olmasını yeterli görmektedir.
1960’ lı yılların sola yönelen gençliğinin kültürel temeli iki ana kaynağa dayanır:
Önce aileden, çevreden, toplumdan edinilen birikimler, sonrasında da sosyalist literatürün kazandırdığı teorik bilgiler.
Kişi toplumun değer yargılarını benimsemese bile, içinde yaşadığı kültürel atmosferin izlerini taşır. Psikolojik, sosyolojik olarak etkilenir. Aynı kişinin bir an için; farklı ülkeler, farklı milletler, farklı dinsel inanış ortamlarında yaşadığını varsayalım: Farklı kültürel gıdalar alması, farklı kişilikler geliştirmesi, dünyaya birbirinden oldukça farklı bakması söz konusu olacaktır.
1960’ lı yılların dünyasının yükselen değerine yönelen genç kuşak ta, edindiği sol ideolojinin yanında, derin bilinçaltında yaşayan geçmişten süzülüp gelen kültürel genetiğin etkisini taşıyordu. Emek yanlısı enternasyonal ideoloji bu yüzden o yıllarda vatansever, milli, antiemperyalist bir bakışla iç içeydi. Bu en azından sol tercihte bulunanların çoğunluğu için subjektif olarak böyleydi.
Solda ve sağda birbirlerine karşı şiddet kullanan, uzlaşmaları mümkün olmayan kesimlerin söylemlerinde, çıkış noktalarında milli, batı karşıtı bir tavır içinde olmaları dikkat çekicidir.
Bu kuşağın sosyalizme yönelik devrim umutları 12 mart 1971 muhtırası sonrası gelişmelerle büyük ölçüde son buldu. Türkiye’nin 1960 – 1970 yılları arası solun ve sola yönelik devrim umutlarının yükseliş dönemi olarak nitelebilir.1970 – 1980 arasının ana karakteristiği ise iç savaş ve kaostur. Solun artık iktidar alternatifi olması söz konusu değildir.
Türkiye’de çarpışan tarafların iradesinin ve inisiyatifinin dışında bir kaos ortamı söz konusudur. Çarpışan aktörlerin istencinin dışında, Türkiye’nin etnik ve mezhepsel bir zeminde saflaşması, sol ve emeği esas alan bir siyasal bilinç yerine, alt kimlikleri belirleyici kılan, istikrarsızlaşmayı esas alan güçlerin yönlendirmesi söz konusudur.
Batı Türkiye’nin sola kaymasını, kamp ve saf değiştirmesini istememektedir. Kapitalist kampta, ama batının denetiminde, emperyalist inisiyatif altında olmasını yeterli görmektedir. Yani hasta öldürülmeyecek ama ondurulmayacaktır da... Türkiye’ nin yeri kapitalist kamptır ama, kapitalist metropol devletlerle rekabet edebilecek bir sermaye birikimi ve sanayileşme düzeyine ulaşması da asla istenmemektedir.
Kısacası Türkiye’ ye biçilen rol bir dönemin popüler İngiliz televizyon dizisi “ Yukarıdakiler- Aşağıdakiler” deki gibi daima aşağıda olmaktır. Haddini bilmeli, yukarıyı da ebediyen aklından çıkarmalıdır.
Bütün bu süreçleri yaşayan solcularımızın, devrimcilerimizin bir araya geldiklerinde devrandan, düzenden, ülkenin durumundan sürekli olumsuz, karamsar, eleştirel bir biçimde söz etmeleri doğaldır. Solcularımızdan, devrimcilerimizden sürekli ülkeye, yönetime, geleceğe, dairedeki amirine, okuldaki müdürüne, ülkeyi yöneten siyasilere ilişkin olumsuz, karamsar sözler duyan çocuklarının iki tür tavrı söz konusu olabilir: Ya ; “Büyüklerim haklı, bu mücadeleye ben de devam etmeliyim, kahrolsun kapitalizm, yaşasın sosyalizm.” Ya da ;” Büyüklerim haklı, bu ülkede hiçbir şey iyi gitmiyor. Bu ülke, bu millet adam olmaz. Benim de bu ülkede iyi bir geleceğim olamaz. En iyisi gemisini kurtaran kaptan misali ülke dışına kapağı atmanın bir yolunu bulmalıyım. Ben işime bakayım, başkası vız gelir.”
Aydınlarımızın bu kültürel ve siyasal atmosferinde senelerce pasif içici misali yaşayan, karamsarlıktan başka bir şırınga da almayan yeni kuşak, en azından apolitik olacaktır. Ana -babanın kırılganlığını yaşamak istemeyecektir. Üstelik ikinci kuşağın birinci kuşak gibi Aşık Kerem, Aşık Garip, Keloğlan anlatan büyükleri de yok. Anadolu toprağının kokusu da sinmemişse üzerlerine, serana ürünü gibi yerel tatlardan yoksun, bilinçsel, ulusal doğal direnci de çökmüşse sonuç ne olur:? “Yaşasın kozmopolitizm” den başka!
Yolları yürümekle, duvarları yazmakla aşındırırken keşke çocuklarımıza da toprağımızın kokusundan, sazımızın tınısından, Hoca Nasreddin’ in meselinden, Keloğlanının masalından, öz hüznümüzden, sevincimizden de bir şeyler verebilseydik.
Münevverlerimiz her sedanın bir yankısı olduğunu, bazen bunun çığ olarak üzerimize yığılıvereceğini akıldan çıkarmamalılar.