Müslüman ülkeler teşkil ediyor. 200 yıldır dünyayı yönetenler hep gayrımüslimler olduğu ve yönetimlerini de kan ve gözyaşı üzerine kurdukları halde niçin hâlâ onlar medeniyetin temsilciliğini ellerinden bırakmazken, müslümanlar geri kalmışlığın, zilletin, maskaralığın pençesinden kurtulamamıştır? Niçin koskoca İslam dünyası kendini hakir gören Batı’ya el açmakta?
Türkiye, Pakistan, Bangladeş, Nijerya, İran, Mısır, Malezya ve Endonezya’nın içinde bulunduğu D-8’lerin 8’inci yıldönümü toplantısı Haziran ayında Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın başkanlığında Çırağan Sarayı’nda yapıldı. D-8 projesinin mimarı Erbakandır. İslam dünyasını bir araya getirmeye yönelik gerçekten alkışlanacak bir projedir. Özellikle, emperyalizmin “Büyük Ortadoğu Projesi” peşinde koştuğu topraklarda yaşamakta olan İslam dünyasının, çok uluslu güçlere birer birer râm olacağına, birbirlerine kenetleneceği, böylece arzı mev’ud denilen topraklarda barışın, adaletin, hakkın korunmasına hizmet edeceği bir birliğin kurulması asrın ittifakı olabilecek önemdedir.
D-8 hareketinin ne kadar önemli olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. D-8 adil bir dünyanın kurulması için önemli bir adımdır. Erbakan’ın da açılış konuşmasında söylediği gibi, yeryüzünde 6 milyar insanın 2 milyarı aç. Ve bu ezilenlerin büyük çoğunluğunu Müslüman ülkeler teşkil ediyor. 200 yıldır dünyayı yönetenler hep gayrımüslimler olduğu ve yönetimlerini de kan ve gözyaşı üzerine kurdukları halde niçin hâlâ onlar medeniyetin temsilciliğini ellerinden bırakmazken, müslümanlar geri kalmışlığın, zilletin, maskaralığın pençesinden kurtulamamıştır? Niçin koskoca İslam dünyası kendini hakir gören Batı’ya el açmakta? Ve çok daha ilgi çekici olanı yüzyıllardır İslam Dünyasına liderlik etmiş bir imparatorluğun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti bugün AB’ye girmek uğruna niçin her türlü aşağılanmaya boyun eğmektedir? Bu acziyetin temelinde, görünüşte ekonomik, siyasal ve sosyal bir çok faktör olmakla birlikte, hiç önemsenemeyecek bir faktör de, coğrafyanın insanını temelinden etkileyen ve şekillendiren Müslümanlığın, amacından saptırılıp, insanlığın değil bir kısım insanların hizmetine sunulması yatmaktadır.
Genel anlamıyla din nedir?
“Hür iradeleriyle inanan akıl sahibi insanları, en iyiye, en doğruya, en güzele ve ebedî mutluluğa ulaştıran ilahî kanunların bütünüdür.”
Dinler, doğuşlarındaki bu hassasiyet ve saflığa rağmen yüzyıllar boyunca kendilerini istismar edenler sayesinde, dünya için kullanılagelmiş, bu anlamda istismarcılar her zaman olmuştur, olmaya da devam edecektir. Konuya Türkiye açısından bakıldığında, ülkemizde yaşanan dramatik fotoğraf, Türk insanının bugün nasıl dinin birer nesnesi olmaya dönüştürüldüğünü net olarak göstermektedir.
İnsan için aslında yol gösterici ve kurtarıcı bir araç olan dini akideler, günümüzde, hayattan istediğini bulamayan fertlerin adeta yeni bağlanma ve kapılanma merkezi haline getirilmiştir. Özünde kula kulluğu reddeden İslamiyet, ne ilgi çekicidir ki onun adına ona hizmet etmeye aday olanlarca, bu özelliğinden tedricen kademe kademe uzaklaştırılmış, kendisi yine din adına müridan çevresinde kademe kademe belirli bir makama ve mevkiye yükselmiş, kendini yükselten müridanları da kendine ve hatta yakın çevresine râm olmaya sevk etmiş, bunu din adına manevi bir mesuliyet olarak saf Müslümanların omuzlarına yüklemeyi ustalıkla başarmışlardır.
Bu anlamda ortaya, İslam’ın özü ve maksadıyla asla ilgisi olmayan “Kurumsal Müslümanlık” diye yeni bir yapı çıkmış, bu yapı zaman zaman bazı yönleriyle politikleşmiş, bazı yönleriyle de insanın kemiyet haline gelmesine hizmet eder duruma gelmiştir. Diğer bir açıdan bakıldığında, dinler insanların huzur ve mutluluğu için var olacakken; insanlar, bilerek bilmeyerek istismar edilen dinin (din adına ahkâm kesenlerin) mutluluğu için var olmaya başlamışlardır.
Bu özelliği ile dini oluşumların çoğu, insanları Allaha yakınlaştırmaktan çok, yerine göre siyasetin, yerine göre sermayenin, yerine göre dini ritüellerle taban tabana zıt maksatlara hizmet eden kurum ve kuruluşların; yerine göre (soyuna sopuna bakılmaksızın) önem atfedilen kişilerin hizmetine sevk etmişler, dini ritüellerin ötesinde menkıbe ve rüyalara dayalı muhayyel öğretileri bu kulcağızları denetim ve disipline edilmesine yönelik yazmışlar, anlatmışlar, söylemişlerdir. Ve gelinen nokta İslami yapılanmalar, İslama değil, İslam adına ortaya çıkan istismarcılara hizmet eden muhayyel aracı kurum görevini görmektedir.
Bu mücerret güçle, büyük şehirlerin varoş kesimlerinde ve özellikle Anadolu’da müthiş müşahhas sonuçlar elde edilmektedir. Bu aracı kurumlar sayesinde halk munisleşmekte; dolayısıyla “vatandaşlıktan”, “kulcağızlığa” terfi (!) ederek, devletin, devlet olarak milletine karşı yerine getirmediği sorumluluklara, politikacıların seçim meydanlarında söyleyip de seçildikten sonra unuttukları vaadlere, sermaye sahiplerinin kendine Müslümanlıklarına belirli bir noktadan bakıp gerektiğinde sorgulayan, sonra da demokratik yollardan tepkilerini koyabilen kimseler olmaktan uzaklaştırılmışlardır. Milletin ulul emre itaat geleneği de bu sorgulamanın yapılmasında ayrıca engel teşkil etmektedir. Bu bakımdan bu mücerret güçler, çok kolaylıkla cemiyeti sevk ve idare etmede rüzgar gülü olarak şişirilmekte ve kullanılmaktadır.
Bu hal bütün dünyaya şamil kılındığında, insanları “din” ile yönetmeye gayret eden çok uluslu güçler, bir şekilde bu kurumların kontrolünde inanılmaz roller alarak, bu kurumları kendi emellerine yönlendirmeye başlamış, hatta siyasi amaçlarına ermek uğruna bilerek bilmeyerek birbirlerine destek bile olmuşlardır.
Bu görünüşte dram, gerçekte ise traji komik bir tiyatro sahnesinde, bu senaryonun figüranları, birey olma yerine yok olmaya, bir grup siyasi çıkarcının ihtirası uğruna ezilmeye, sürünmeye, iğfal edilmeye, en basitinden yönetilen ve güdülen olmaya râm olmuşlardır.
Bu figüranları yönetenler ise her zaman hatasız ve kusursuz gösterilmişler, var olan izafi kusurlarının da hayra tebdil edilmesi şuur altlarına empoze edilmiştir. Dolayısıyla figüranları yönlendiren yönetmenler her hal ve şartta daima başarılı olmuşlardır. Üstelik bu başarıdan, etrafta bulunan halkalar da göreceli olarak, lidere yakınlığına göre nasiplenebilmişlerdir. İslamiyetin insana kazandırdığı ‘Eşref-i mahlukat’ misyonu ve kişiliğine rağmen, bugün İslam dünyasının müptezel bir hayat sürmesi ve kişi değil de kuru kalabalık halinde değerlendirilmesi; İslamiyet’in fert fert insanların manevi dünyalarına hitap eden bir din değil, belirli kurum ve kuruluşların veya kişilerin ipoteğinde bulunan bir inanç haline gelmesinden kaynaklanmaktadır.
İslamiyet insanlığa, kendi özünde var olan “akıl etmeyi, düşünmeyi, sorgulamayı” ve sebepler âleminin birer ferdi olarak, “çalışmayı, dürüstlüğü, onuru, edebi” öğütlemesine rağmen, ne yazık ki bu yanlış ve güdülemeye yönelik, menkıbeler üzerine kurulu muhayyel eğitim sayesinde, fertler ipotek altında bulunan dinin birer mensubu olarak cehaletin, fanatizmin, tembelliğin, ikiyüzlülüğün, güce tapınmanın tipik birer numunesini oluşturmuşlar ve oluşturmaya da devam etmektedirler.