Türkiye’de kitle iletişim araçları vasıtasıyla sürekli gündemde tutulan, farklı mesleklerden bir çok kişiyi birleştiren “iş” kavram dönüştürücülüğüdür. Profesyonel kavram dönüştürücüleri bu fonksiyonları sayesinde, dönüştürürken köşeyi de dönmektedirler. Başörtüsü, türban derken, Türkiye, tartışılmaması gereken sosyolojik ve kültürel realitelerini tartışmakta ve enerjisini kaybetmektedir.
Türkiye’nin bugünkü manzarasında dikkatlerin yönelmesi gereken belli başlı konulardan biri en çok dillerde dolaşan kavram veya kelimelerde dahi ortak bir anlayışın doğamamasıdır. Kavram kargaşasının hüküm sürmediği bir alanı bulmakta zorlanıyoruz. Peki bu kavram kargaşasını kimler, nasıl meydana getiriyor? Kimler kavramları istismar ederek statülerine statü, zenginliklerine zenginlik katıyorlar? İşte asıl üzerinde düşünülmesi gereken konu budur. Kavram kargaşası en kötü haliyle bir milleti inşa eden, birarada yaşatan değerlerle bilgilenme imkânlarının ortadan kalkmasıyla gözükür. Bundan dolayı Türkiye’de “George Bush Kuran’dan hadisler okudu” diyen bir medya ortaya çıkmıştır. İşler bu kadar karıştırılabilmişse “kavram dönüştürücülüğü” diye bir mesleğin oluşması gayet normal sayılmalıdır. En son Erzurum Atatürk Üniversitesinde yaşanan, bu ülke için evladını veren, “kan vergisi” veren bir annenin üzülmesiyle neticelenen hadise tam bir zihniyet travmasıdır. Değerlerin, şuurun, varoluşumuzu anlamlandıran dinamiklerin, “kelimelere” ve “sloganlara” feda edilmesidir.
SOSYOLOJİK ZEKA YOKSUNLUĞU
Türkiye’de kitle iletişim araçları vasıtasıyla sürekli gündemde tutulan, farklı mesleklerden bir çok kişiyi birleştiren “iş” kavram dönüştürücülüğüdür. Profesyonel kavram dönüştürücüleri bu fonksiyonları sayesinde, dönüştürürken köşeyi de dönmektedirler. Başörtüsü, türban derken, Türkiye, tartışılmaması gereken sosyolojik ve kültürel realitelerini tartışmakta ve enerjisini kaybetmektedir. Türban kelimesi son 15–20 yılda Türkiye’nin gündemine sokulan, anlamı bulanık ama negatif yüklü kullanıldığı kesin olan bir kelimedir. Tabii ki Türkiye üzerine hesaplar yapanların ülkemize ihraç ettiği kelimelerin ilki değildir. Bu kelimenin istismarcılarının konunun sosyolojik mahiyet taşıdığını, asla siyasi anlamlar yüklenmemesi gerektiğini bilmiyor değil.
Her türlü konuya mübalağa ile yaklaşmasıyla tanınan bir gazeteci “Pardösünün siyasal simge olduğunu, pardösülerin renklerine göre farklı tarikatları simgelediğini” yazarak hayal gücünü zorluyor, adeta mübalağada zirveleri aşacağını kanıtlıyordu.
Bir anlı şanlı gazetecimiz ise şu incileri sıralıyordu: “Çağdaşlaşmanın, aydınlanmanın en önemli aracı olan okulun en büyük katkısı başı örtülü Anadolu kadının başı açık kızıdır (!) Bugün çoğumuzun ağzımızı açtığımızda, ‘bizim de annemizin büyük annemizin başı örtülüydü...’ dememizin sebebi budur... Okul okumak başı açan bir süreçtir, kapatan değil... (!) Bunun tersine döndüğü bir sürecin altında siyasal bir gayret yattığı açıktır. Kızların başını kapattığı bir okul süreci çelişkidir...(!) Siyaset dinden ve eğitimden elini çekerse, süreç başörtülü eğitimsiz anneden, başı açık eğitimli kıza geçiş süreci olarak doğal mecrasında ilerler...(!)”
MİLLİ REALİTELERE DÜŞMANLIK NİYE?
Kimisi gazeteci kimisi de milletvekili olarak Türkiye kamuoyunda belli bir yer edinmiş olan kişilerin neden böyle hakikate kılıç çeken tavırlar sergilediği muamma. Türk kültürü hakkında bilgisi olmayan bir yabancıya bu yorumları okutursak herhalde başörtüsünün Türk kadınları tarafından sadece son 15-20 yılda kullanıldığını zannedecektir. Fakat iş siyasi gargaraların yüzeyselliğinden Türk milletinin kültür tarihine ve hayat tarzına getirildiğinde tam tersi bir durum ortaya çıkacaktır. Saptırmanın, yanlış bilgilendirmenin ve yanlışa yönlendirmenin zirveye çıktığı bir zamanda yaşıyoruz.
Bu zihin yapısının nasıl oluştuğunu, içinde yaşadığı milletin kültüründen ve hayata bakışından nasıl bu kadar habersiz olabildiğini anlamak için Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’ın şu cümleleri bize yardımcı olabilir düşüncesindeyiz:
“Kültürde hümanizma devrinin yetiştirdiği kadrolar, bugün daha ziyade sola açık, şartlara göre Kemalist görünen fakat daha ziyade karşıt-milliyetçi bir kimliği sembolize etmektedirler... Millileşme süreci içinde yetişmedikleri için, Kemalizmin normlarını sadece ‘kural’ olarak temsil ederler. 12 Eylül öncesi Atatürkçü (!) “kuşakların” ve “Halk Evleri”nin birer Marksist yuvalar haline dönüşmesi bu çelişkili, dubleks (ikili) kültüre sahip kültürde hümanizma taraftarlarının “her kalıba uymaları” sonucu gerçekleşmiştir. Bunlar sonuna kadar Batıya açık, “Batıya rağmen Batıcı” bir kimlik taşıdıkları için, Kemalist ideolojiye bağlılıkları da bir “üniformizi” oluşturan “sosyal etiket” ten öteye gitmez. Köklü bir milli kültür yerine, kozmopolit bir eğitim potasında yetiştikleri için kişilikleri kristalize edilmemiş olan bu grup, toplumda üst öğrenim görmeleri ve yüksek mannerizme sahip bulunmaları sebebiyle, iktidar elitleri arasına girmeyi başarmış, Türkiye’nin kaderinde seslerini duyurabilmişlerdir.”