Bizde “ateş, düştüğü yeri yakar” diye bir özdeyiş vardır. Bu elbette bir gerçeğin ifadesidir. Duygulu, duyarlı bazı kişilerin dışında genellikle insanlar başkalarının acısına yakın ilgi göstermezler hatta görmezlikten gelirler. Aslında bu davranış, psikolojik açıdan bir paniktir; gerçeklerden kaçıştır. Ama yok; kimse böylece kendini kurtaracağını sanmasın!
Henüz yirmi yaşına basmamış bir gencin savaşta yaralandıktan sonra ömrünün son saatlerini geçirdiği bir hastanedeki duygularını ve hayata veda edişini anlatan romanın adı “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” idi. Erich Maria Remark’ın bu kitabı 1929 yılında yayınlanmıştı. Birinci Dünya Savaşında, öğretmenleri tarafından vatanseverlik duyguları bilenerek cepheye sevk edilen çocuk yaştaki gençlerin dramını anlatan kitap, birkaç yıl sonra iktidara gelen Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nazi) yöneticileri tarafından, maksatlı bir şekilde savaş aleyhtarlığını işlediği gerekçesiyle büyük tepki görmüştü. Zaten yazar da gördüğü baskılar yüzünden Almanya’yı terk ederek Amerika’ya yerleşmek zorunda kalmıştı.
Romanın sonunda, bu genç askerin öldüğü saatlerdeki ajans haberlerinde “o gün batı cephesinde, kayda değer bir şey olmadığı”nın bildirilmesi özellikle vurgulanmakta ve insanların ancak kendilerini yakından ilgilendiren olaylara önem verdiği belirtilmekteydi. Böylece, bir kişi dünyasını yitirirken dünyanın o bir kişinin kaybından haberdar olmadığı göz önüne konmaktaydı.
Bizde “ateş, düştüğü yeri yakar” diye bir özdeyiş vardır. Bu elbette bir gerçeğin ifadesidir. Duygulu, duyarlı bazı kişilerin dışında genellikle insanlar başkalarının acısına yakın ilgi göstermezler hatta görmezlikten gelirler. Aslında bu davranış, psikolojik açıdan bir paniktir; gerçeklerden kaçıştır. Ama yok; kimse böylece kendini kurtaracağını sanmasın! Tamamen aksine, kaçtığınız ve etkisinden kurtulmaya çalıştığınız olaylar şuur altına yerleşerek daha da keskinleşir ve daha yıkıcı olur. Üstelik insani özelliklerin zayıflaması, yok olması sebebiyle kişilik kaybına uğrayarak inandırıcılığınızı da yitirirsiniz. İşte bir toplumun millet olma vasfını kaybetmesinin belirtilerinden biri de budur. Çünkü dili bir, dini bir, kültürü bir ve en önemlisi ülküsü bir toplumlarda böyle bir hastalık olmaması gerekir.
“Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” denilmiş. Biz toplu vuran yüreklerden çoktan vazgeçtik. Bırakın, birbirinin derdiyle hemdert olmayı, çıkar çatışmaları yüzünden kendi vatandaşına, soydaşına zarar veren insanların topluluğuna millet denilemeyeceğini ısrarla söylüyoruz.
Ülkenin yıllardır kötü yönetildiği gerçeğini artık çok kimse görüyor. Dondurulmuş kalıplara uymayı büyük beceri sayan “monşerlerin” özentilerini dış politika sandık. Kalıplaşmış sözlerle yürütülen basit polemiklerin iç politika olduğuna inandık. Bağımsız denilen bir devletin ne gibi plan ve programları olması gerektiğini, nasıl köklü bir strateji yürütebileceğini bilemedik. “Millî” kelimesiyle nitelendirdiğimiz kurumlarımızın bilmediğimiz, tanımadığımız güçler tarafından yönlendirilmesini yadırgamadık. Bu durumdan hicap duymayacak bir gevşekliğe, umursamazlığa sürüklendik.
Türkiye üzerinde siyasi baskı uygulayabilmek için teröristleri silahlandıran ve onlara her türlü lojistik desteği sağlayan ülkelerin, dost görünmelerine inandık. Yabancı istihbarat servislerinin kendi hizmetlerinde kullandıkları terörist başını paketleyip postalamalarını hem onların dostluk davranışı gibi gösterip hem de belirli siyasi partilerin başarısı olarak sunarak şu garip kamuoyunu oyuna getirip oyunu almak için kullandık. Aslında çeşitli pazarlıklarda kullanılmak üzere tezgâhlanan bu oyunu sanki ülkenin lehine imiş gibi görüp göstermek istedik. İnanmadığımız senaryolara başkalarını inandırmaya çalıştık. Ülkenin başına dert olacağını, ayrıca uluslararası siyaset arenasında aleyhimize bir koz olarak önümüze sürülebileceğini düşünemedik.
Şimdi ne oldu? Tekrar başa döndük. Yine erlerimiz, genç subaylarımız pusulara düşürülüp şehit ediliyor. Hem de daha planlı ve sinsi eylemlerle… Acaba niçin bu konuda da hesaplı kitaplı, ayrıntılı bir proje uygulanmıyor? Niçin bu üstü örtülü savaşta -etnik kökeni ne olursa olsun- tüm kamuoyunun desteği alınamıyor? Gelir dağılımındaki adaletsizliği gösteren yüz kızartıcı tabloyu bir kenara itip milletvekiline yedi milyarlık maaşın az olduğunu tartışan bir toplumun akıl ve ruh sağlığı korunamaz ki bu soruna çare bulunsun. Milli birlik ve beraberlik, vatanın bölünmez bütünlüğü gibi kavramlara kulak asan kalmamış. Bağrı yanık analar, babalar dışındaki yurttaşlar ilgisiz, tepkisiz. Bir bölük duyarlı gencin cenazelerdeki tel’in gösterisi dışında büyük kitlede hiçbir heyecan yok.
Biz inanıyoruz ve biliyoruz ki geri getirilemez, yeri doldurulamaz kayıplarının acısıyla içi yanan bir ailenin gözleri TV ekranında Bodrum geceleri “animasyonlarına” ve güneşte soldurularak antika diye satılmak için tarlalara serilen halılara ilişince duydukları hayret ve nefret acılarını bile unutturacak seviyeye gelmektedir.
Türkiye medyasını temsil edenler belki doğrudan söyleyemiyorlar, dilleri varmıyor ama hal ve tavırlarıyla bu kayıpların kendileri için önemli olmadığını ifade etmektedirler.
Hayatının baharında Hakk’a yürüyen bir erin şehadet haberinin ardından “Doğu cephesinde kayda değer bir şey yok!” diye ahmakça bir yorum duyarsanız şaşmayın! Bu gidişle yakında bunu da göreceğiz.