İhracatçının yanlış bakışı ve işi Moskovadan dönünce hemen bir furya. Hükümet veya devlet işe el atsın. Tabii atacak ve atmalıdır da. Nitekim devlet elinden geleni yaptı. Hatta tarım bakanı bile koltuğundan oldu. Ama devletin bütün işi birinin veya bir şirketin yaptığı gayri ciddi bir işin, bir sahtekârlığın savunulması veya düzeltilmesi midir? İnsan ya da kurum niçin kendi kendisini kontrol etmiyor?
Haziran ayının münakaşa mevzularından biri de Rusyanın Türkiyeden tarım ürünü ithal etmeme kararı oldu. Gerekçe olarak ürünlerde Akdeniz sineği larvası bulunması gösterildi. Karar o kadar önemsendi ki tarım bakanının istifasına (daha doğrusu müstafi sayılmasına) dahi yol açtı. Yeni tarım bakanı ise 27 haziran 2005’te yaptığı açıklamada, Akdeniz sineği larvalı ürün ihracıyla birlikte evrakta da sahtekârlık yapıldığını bildirdi.
Rusya, Sovyetlerin 1991’in aralık ayında çökmesinden sonra kapitalist ekonomiye geçiş yapmış bir ülkedir. Geçiş dönemleri her yerde sancılıdır. Bir çok şeyi yeni öğrenmektedir. Buna rağmen Rusya, dirayetli lideri Putinin tedbirleriyle kısa zamanda kendisini düzlüğe çıkarmıştır. Şu anda dünyanın ikinci petrol ihracatçısıdır ve geçen yıl 50 milyar dolardan fazla ticaret fazlası vardı.
Türk milletinin pek çok iyi tarafı mevcuttur. Ancak bir kaç menfi tarafı da vardır. Bunlardan biri kendini beğenmişliktir. Kendini beğenmişlik nasıl insanlar için iyi bir vasıf değilse, milletler için de iyi bir vasıf değildir. Zira şahıslar gibi toplumların da gözlerini kör eder ve doğruları görmeyi engeller.
Türk tarım ihracatçısı Rusyaya kendini beğenmiş bir tavırla, yukarıdan bakmıştır. Mantığı şudur. “Bunlar komünizmden daha dün kurtuldular. Şundan bundan anlamazlar. Bulduk bir kaz yolalım.”
İhraçatçı, aynı tutumu Holandaya, ABD’ye göstermeyi asla düşünemez. Çünkü kendini beğenmiş insan veya toplumun bir tarafı kendini beğenmişlik ise, öbür tarafı kendini beğenmemişliktir, yani kendini Avrupanın ve Amerikanın karşısında küçük görmedir.
Lakin burada sadece kendini beğenmişlik yok. Aynı zamanda işini ciddi, dürüst yapmama da var. Başka bir deyişle meslek ahlakı veya iş ciddiyeti dediğimiz erdemli meziyet de ihlal edilmiştir ki bu, bizim adeta olmazsa olmaz dediğimiz ve Türk milletinin noksan bulduğumuz birinci özelliğidir. Yani iş ciddiyetine sahip olmamak veyahut meslek ahlakını edinememek. Bu sadece ihracatçı için değil memurdan bakana, ayakkabı tamircisinden sanayiciye kadar her sahada böyledir. Oysa batılı olmanın birincil şartı, iş ciddiyeti veya meslek ahlakıdır. Bu meziyete malik olduğumuz an, en ileri ülkelerden birisi haline geleceğimizden şüphe etmeyelim.
Bilirsiniz, bu sütunlarda batılı olmayla batıcı olmayı hep ayırdık. İdarecilerimizin şeklen batılı, özde ise batıcı olduklarını hep yazdık durduk. İdarecilerimiz hem batıcı, hem batılı olsalardı mesele yoktu. Ama sadece batıcı olup batılı olamadıkları için puroblemler sürüyor ve sürecek.
İhracatçının yanlış bakışı ve işi Moskovadan dönünce hemen bir furya. Hükümet veya devlet işe el atsın. Tabii atacak ve atmalıdır da. Nitekim devlet elinden geleni yaptı. Hatta tarım bakanı bile koltuğundan oldu. Ama devletin bütün işi birinin veya bir şirketin yaptığı gayri ciddi bir işin, bir sahtekârlığın savunulması veya düzeltilmesi midir? İnsan ya da kurum niçin kendi kendisini kontrol etmiyor? Yani birileri taşları kuyuya atacak, sonra da devlet taşları kuyudan çıkarsın diyecek. Hep yaptığımız gibi tembelce bir davranışla işi devlete havale ediyoruz. Hemen aradan sıvışıyor ve temize çıkıyoruz.
Vatandaş olarak bizler de dürüst, çalışkan ve iş ciddiyetine (meslek ahlakına) malik insanlar olmalıyız. Tıransit kara yollarında tırafik kazası meydana gelince geçit yapılmasını talep etmiyor muyuz? Peki alt geçit yapılınca niçin oradan geçmiyoruz ve daha kötüsü orayı tuvalet haline getiriyoruz? Niçin çöpleri yere, etrafa atıyoruz, saçıyoruz? Niçin tırafik kurallarına uymuyoruz? (Sanayi bakanlığında genel müdürlük yapmış ve resmi görevlerle dünyayı gezmiş birisi vaktiyle şöyle anlatmıştı: “Bir Alman çölde kırmızı ışığı görse durur.” Bunu söyleyen yüksek görevlerde bulunmuş bir genel müdür. Güya Almanı kınıyor, küçük görüyor, davranışını doğru bulmuyor. Peki Türkiye mi ileri, Almanya mı? Durum ortada. ABD’den daha çok ihracat yapan bir Almanya ve sürünen bir Türkiye. Böyle şarkvari hareketlerimize artık bir son verelim.
Görüyorsunuz ya sevgili okuyucu! Yeri geldiğinde sadece devleti değil, vatandaşı da eleştiriyoruz.
MGK’nın sıra dışı toplantısı
21 haziran 2005’te MGK, belki de tarihinde ilk defa olmak üzere sıra dışı bir toplantı yaptı ve ulusal bilim ve teknoloji politikasını ele aldı. Aslında böyle bir toplantının on yıllar önce, hiç olmazsa 25 yıl önce yapılması ve milli bir ar-ge sıtratejisinin tesbit ve tatbiki gerekirdi. Maalesef geçmiş hükümetler hedefsizliklerinden, kısır siyasi ve mali çekişmelerden bunu düşünmeye dahi fırsat bulamadılar. İsminde bilim kelimesi olan TÜBİTAK, Yunan-Roma mitolojisine dair kitap basmakla uğraştı. Türk mitolojisini de bassaydı, sosyal bilim yapıyor derdik.
İsminde bilim ve akademi kelimeleri bulunan TÜBA, bilimsel alanda yapılacak başka bir iş kalmamış gibi geçen senelerde Türk-Yunan dostluğunu geliştirmek için kız oğlan değiş tokuşu yaptı (Bunu başka bir kuruluş yapabilirdi, ama bu TÜBA’nın işi olmamalıydı).
1938’lerden sonra müsbet bilimlerin yanı sıra sosyal bilimlerde de fazla bir mesafe alınmamıştır. Atatürkün iki kurumundan biri olan TTK, sahip olduğu mali ve teknik imkânları yeterince faydalı şekilde kullanmamıştır. Türk tarihinin temel eserleri hâlâ tercüme ve neşredilmeyi beklemektedir. Ermeni meselesinde, Kıbrıs meselesinde düştüğümüz durum bunun isbatı ve göstergesidir. Taberi tarihi bile tam olarak ortada yoktur. Gumilevin eserlerini tercüme ve neşretme işini bir Türk vatandaşı, D. Ahsen Batur üstlenmiş ve gerçekleştirmiştir.
Atatürkün diğer kurumu TDK, geçmişte lüzumsuz işlerle uğraşmış, malik olduğu maddi imkânları yabancı kelimelere Türkçe!? karşılıklar bulma yolunda tüketmiştir. Uygulanan politikanın tabii sonucu olarak şimdi o Türkçe karşılıkların yerlerini İngilizce karşılıklar almaya başlamıştır. Yabancı Türkologlar tarafından ortaya konulan bazı temel eserler hâlâ Türkçeye tercüme ve neşredilmeyi beklemektedir. Bunları yazmıştık. Belki ilgilenen olur diye yine yazalım:
Evvela Uygur belgeleri bütünüyle incelenip yayımlanmamıştır. Dolayısıyla mufassal bir Uygur sözlüğü hâlâ ortaya konamamıştır. Alman Röhrborn’un Uygur sözlüğü henüz bitmediği gibi Türkçesi de yoktur.
Ayrıca P. Pelliot, V. Beşevliyev, G. Moravcsik, G. Clauson, G. Doerfer, E. Sevortyan, V. M. Nadelyayev, E. G. Pulleyblank, Peter A. Boodberg, Omeljan Pritsak ve sair Türkologların Türkçe tercümeleri yoktur.
Üniversitelerimizin hali ortadadır. Dünyadaki 500 üniversite içerisinde bir Türk üniversitesinin olmaması esef edilecek bir durum değil midir?
Lakin zararın neresinden dönülürse kârdır. Türkiyede her dalda yetişmiş bilim adamı mevcuttur. Mesele meram etme, yöneltme, motive etme ve helva yapma meselesidir. İstersek bir kaç yıl içerisinde önemli başarılara imza atacağımıza eminiz.
Daha evvel üzerinde önemle durduğumuz gibi cumhuriyet tarihinde ilk defa olmak üzere Türkiye, 2005 bütçesinde 441 tirilyon, yani yarım katrilyona yakın bir kaynağı ar-ge için ayırmıştır.
Bağımlılıktan kurtulmanın birinci şartı bağımsızlık kararı almak, ikinci şartı ise ilmî araştırma ve geliştirmede, yani bilim üretmede önde gitmektir.
MGK toplantısında irtica kelimesinden bahsedilmemesi, dikkati çeken ikinci noktaydı.
Bremen (Biremen) Türkleri başaracak
Ermeni soy kırımı tasarısı 16 haziran 2005’te hiç tartışılmadan Alman meclisinden geçti. Bizim resmi yetkililerin ümit ve beklentilerinin aksine tasarının Alman meclisinden geçeceğini biliyorduk. Zira Alman başbakanı Şöreder, Türkiye ziyaretinde başbakan Erdoğanın talebine şu karşılığı vermişti: “Almancada bir söz vardır. Açık denizlerde ve meclislerde işiniz Allaha kalmıştır.” Diplomasinin dilinden anlayanlar için bu, “Şöreder olarak ben bu tasarının geçmesine taraftarım ve bu tasarının geçmemesi için hiç bir şey yapamam” demekti.
Ne diyelim? Almanya ilk değildi ki, son olsun.
Daha evvel de Almanyanın Bremen ve Buronşvayk şehirlerinde Ermeni anıtlarının açıldığını belirtmiş, Bremen Türklerini demokratik hak ve hukuklarını kullanmaya davet etmiştik. Şimdi gazetelerde okuduğumuza göre Türk sivil toplum örgütleri Bremende “madalyonun diğer yüzü” isimli bir resim sergisi açmış, 2 temmuz cumartesi günü de yürüyüş yapma kararı almışlardır (Star, 26 haziran 2005, 12. s).
Her iki faaliyet de takdir ve tebrike şayandır. Şu ana değin bu kadar faaliyet Türkiyede de, Türkiye dışında da yapılmamıştı. Eğer böyle inisiyatif alıp demokratik yollarla, kanun dışına sapmadan hak ve hukukumuzu ararsak, kendimizi tanıtırsak, kimse bize bir şey diyemez; meseleleri tere yağından kıl çeker gibi halleder ve sonunda başarırız. Türklerin bu güne kadar Türkiye ve bütün dünyada sessiz kalmaları, işleri bazı kurumlara havale etmelerinden dolayıydı. Ama artık millet uyanıyor ve duruma el koymaya başlıyor.
Çalışmalarımız sadece bununla kalmamalıdır. Almanyanın bütün şehirlerinde benzer faaliyetlere girişmeli, her vesile ile ve her fırsatta kendimizi isbat etmeliyiz. Sadece Almanya değil Avusturya Türkleri, Fıransa Türkleri, Belçika Türkleri, Holanda Türkleri, Danimarka Türkleri, İsveç Türkleri, Norveç Türkleri, İsviçre Türkleri, İngiltere Türkleri, Amerika Birleşik Devletleri Türkleri, Kanada Türkleri, Avusturalya Türkleri olarak milletimizi ve vatanımızın menfaatleri için her vasıtaya el atmalı, şer odaklarını susturmalıyız.
Başka neler yapabiliriz?
Sık sık belirttiğimiz gibi Almanyada üç milyon Türk vardır ve bunun 700 bini Alman vatandaşıdır. 700 bin Türk asıllı Alman vatandaşının mühim bir oy potansiyeli vardır. Bu potansiyeli kullanıp kararın geri aldırılması için çalışmalıyız. Medya bütün dünyanın en etkili kurumudur. İnsanları elde etmenin en kolay ve etkili yolu maddi menfaattir. Dolayısıyla maddi sahada elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Mahalli, milli medya ayırımı yapmadan her fırsatı değerlendirmeliyiz.
Yapmamız gereken en mühim işlerden birisi de kitap yayınlarıdır. Bu yayınları Türkiyede de yapmak lazım, ama esas olarak her ülkede o ülkelerin diliyle yapmak gerekir. Ermeniler bu duruma birdenbire gelmediler. 90 yıllık bir kin ve puroğramla geldiler ve şu ana dek on binlerce cilt kitap yayımladılar. Bizim yayınlarımız ise en fazla elli adettir.
Her ülkede o ülkenin diliyle yapacağımız yayınları devletler veya sivil toplum örgütleri maddi olarak desteklemelidir. Sovyetler zamanında Türkiyede Havass adlı bir yayınevi vardı. Sovyet desteğiyle bilhassa Sovyetlerdeki müslümanlar hakkında yayın yapardı. Bugün Yunanistanın desteğiyle neşriyat yapan yayınevleri vardır. Bizim de bir çok ülkede benzer neşriyata geçmemiz gerekmektedir. Devletin bunu düşünüp tatbikine kadar çok zaman geçeceği için başlangıçta bunu bizim yani milletin yapması gerekir. Bir gün devlet yapsa dahi biz de elimizden gelenden daha fazlasını yapmalıyız.
Şahsi ilişki ve dostluklarımızı kullanmalıyız. Bulunduğumuz her ülkede en az bir yerli arkadaşımız, dostumuz vardır. Onları ve onların arkadaşlarını da faaliyetlerimize katmalıyız. İstedikten sonra, çalıştıktan sonra muvaffak olacağımıza hiç şüphe yoktur. Almanyada bunu başaracak maddi ve manevi gücümüz vardır.
Haydi Bremen Türkleri! Görelim sizi... Dünya ve bu meyanda Türkiye Türklerine örnek olun...
(Bu arada TBMM de Ermeni karar tasarısını kabul eden bütün ülkelerin meclisleri için, o ülkelerin tarihlerinde soy kırım yaptığını kabul eden bir karar almalıdır. Karar, bundan sonra benzer girişimlerde bulunanları da şamil olmalıdır. Bu, düşmanlık değildir. Mukabele-yi bilmisildir. O ülkelerin soy kırım yapıp yapmamaları da mühim değildir. Tıpkı bizim soy kırım yapmamamızın mühim olmaması gibi).