Türk milliyetçilerinin emek-sermaye arasındaki konumu nedir? Türk milliyetçisi olduğunu söyleyen kaç kişinin emek ile sermaye arasındaki ilişkilere ya da çelişkilere yönelik görüşleri olmuştur? Siz hiç duydunuz mu? Şu anda dahi, emek- sermaye arasındaki ilişkiler ve çelişkiler üzerinde, kaç tane Türk milliyetçisi düşünce üretmektedir? Gören, duyan varsa, bize de söylesin! Biz de bu görüşleri öğrenelim!
Emek ve sermaye birbirini tamamlayan değerlerdir. Bu anlayış insanla gelişmiş ve tarihsel süreçte yer almıştır. Taraflar görüldüğü gibi iki yönlüdür. Gerçekte ne sermaye emeksiz, ne de emek sermayesiz olarak sağlıklı bir yapı oluşturamaz. Üretim-dağıtım-tüketim sürecinde emek sahibi, genellikle insanlar olabileceği gibi; yer, zaman ve bazı koşullara göre, hayvanlar (gücünden yararlanılan) ile insanların geliştirmiş olduğu yine bazı değerler, makineler ve benzerleri de olabilir. Fakat tarih boyunca hayat sürecinde, emek sahibinin hakkını teslim etmek hep sorun olmuştur. Bu sorun sonucunda bilhassa, emekçi insanlar konusunda gündemler, ideolojiler ve siyasi akımlar oluşturulmuştur. Bunlardan bazıları, emek sahibinin sırtına binerek, siyasal rantlar yaratmış ve böylece emek fetişizmi yaparak devletler kurmuşlardır.
Kurulan bu devletlerin yöneticilerinin tarif edilen yoğun emek ile pıratik hayatın gerçeğinde doğrudan hiçbir şekilde, hiçbir zaman bağlantıları da olmamıştır. Yani, Marks, Engels, Lenin, Mao ve benzerleri, hiçbir zaman ne çekiç sallayan işçiler gibi kol güçlerini harcamışlar, ne de kum atmak için kürek sallayan emekçiler gibi terlerini akıtmışlardır. Bu liderler için emek sahibi, korunuyormuş hikayesi altında, iktidarlara talip olma yöntemi oluşturulmuş ve bu yöntemin pıratiği de, ilgili ülkelerde kan denizinden beslenerek, komünist diktatörlükleri tarih sahnesine armağan etmiştir. İnsanlık tarihinin en büyük ayıbı olan bu kanlı cinayet şebeklerini yöneterek iktidar olanlar, sürekli bulundukları topluluklara, acı ve ıstırap vermişlerdir. Nihayet ıstıraplar yıllar sonra da olsa, komünizmin çökmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda da puroleterya masalını okuyarak şakıyanlar, dünyanın bütün köşelerinde rezil olmuşlardır. Ülkemizde de bunlardan en yüzsüz ve en sahtekar olanları, hiçbir şey olmamışçasına, inandıkları ve topluma ilaç olarak sundukları görüşlerini, bir yılanın dönemsel deri değiştirmesi tavrı içersine sokmuşlardır. Yani o sahtekarlar, içerik açısından yeni alanlarda hareket ederek, düşüncelerinin derilerini değiştirdiklerini söylemeye başlamışlardır.
Düşüncelerinin derilerini değiştirenler, toplumun önünde yine utanmadan, sıkılmadan demokrasi, insan hakları ve küreselleşme adına masal okumaya devam etmişler ve etmektedirler. İnsanlığa verdikleri acı ve ıstıraplar yetmiyormuş gibi, hiçbir şey olmamışçasına bu yeni rollerinde de rol kesmektedirler. Bu tiplerin pişmiş kelleler misali, televizyon ekranlarında ve basında sırıtmaları ve kırıtarak hala düşünce ürettiklerini iddia etmeleri de, bu millet ve insanlık adına ne kadar ıstırap verici bir durumdur. Aslında bu durum, bizdeki gayri milli ve etnik sermayenin; dönekler, liboşlar ve içiboşlar üzerindeki tarihsel çıkarlarının doğal bir sonucu olarak algılanmalıdır. Bu nedenle, bu çeşit insanların ceplerinin doldurulması da sağlanmaktadır. Elbette biz komünist olmadığımız için, emekle sermayenin sınıfsal mücadelesini kabul etmiyoruz. Fakat, sermaye sahibinin ve yandaşlarının her türlü emek üzerindeki ayak oyunlarını ve baskılarını da kabullenemeyiz. Bu aşamada ben böyle bir sermayeye ve onun yandaşlarına karşı, mücadelenin kaçınılmaz olduğuna inananlardanım.
Emek ile sermaye arasında yoğun çelişki anlamında bir durum söz konusu olabilir mi? Bir ülkede sermaye milli olmazsa, bu durum elbette kaçınılmaz olarak söz konusudur. Üstelik bu durumdaki olumsuzluk, Türkiye’de en üst safhadadır... Niçin? Gayet basit, bu ülkenin çoğunluğunu, Türkler oluşturduğu. için! Bu ne demektir? Bu şu demektir: bir ülkede eşyanın doğası gereği, sermaye sahibi, elbette her zaman, emek sahibinden sayıca az olacağından, milyonarca Türk yurttaşının kaçınılmaz olarak emekçi kesimi oluşturması kaçınılmazdır. Bu ülkedeki çoğu Türk insanı da, doğal olarak bu guruba girmektedir. Öyleyse benim ve benim gibilerin, milletimizin çoğunluğunun yanında olmamız, bu açıdan bakıldığında da doğrudur.
Peki Türk milliyetçilerinin emek-sermaye arasındaki konumu nedir? Türk milliyetçisi olduğunu söyleyen kaç kişinin emek ile sermaye arasındaki ilişkilere ya da çelişkilere yönelik görüşleri olmuştur? Siz hiç duydunuz mu? Şu anda dahi, emek- sermaye arasındaki ilişkiler ve çelişkiler üzerinde, kaç tane Türk milliyetçisi düşünce üretmektedir? Gören, duyan varsa, bize de söylesin! Biz de bu görüşleri öğrenelim! Acaba sözbaz ya da yazbaz olanların bilgisi ve ilgisi sadece, anılan “bazlı” kelimelerle orantılı olduğu için midir ki, bu konuda pek düşünce üretilemiyor ve de fikir yürütülemiyor? Durum gerçekten bu mudur? Yoksa bunlardan bir kısmı ekonominin ‘e’sinden ya da hiçbir şeyinden anlamadıkları için mi düşünce üretemiyorlar? Belki de bazılarına baskı var ki, bilgi sahibi olmalarına rağmen, konuya ilgi sahibi de olmuyorlar? Bu da doğrulukla, dürüstlükle, onurla, Türklükle bağdaşır mı? Senin Türk kardeşlerin iş bulamasın, okul bulamasın, bulanlar aldıkları ücretlerden mutlu olamasınlar; bazıları hastane kapılarında perişan olsun, bazıları gurbet ellerde heder olsun, sen bütün bunlara ilgisiz kal! Bu mudur, Türklüğü sevmek, bu mudur, Kızıl Elma demek; bu mudur Turan demek!.. Bu ancak; olmayacak duaya amin demektir... Bu ülkede yine bir kesim, sermayenin uşağı olabilir ve onun dümen suyunda gidebilir Fakat herkes bu durumda olsa dahi, gerçek Türk milliyetçisi ve milliyetçileri bu durumda olamaz! Kaldı ki Türkiye’de sermayenin tarihsel gelişimi, batı tipinde olmadığı için, sermaye sahipleri de benzer bir gelişim sürecini takip etmemiştir. Var olan sermaye, genelde Osmanlı devletinin son yüzyılından itibaren, tamamen gayri Türklerin denetiminde kalmaya başlamıştır. Bu durum, Galata bankerlerini ve buradaki Yahudileri, Ermeni sarrafları ve Rum sermayedarlarını ön pilana getirmiştir. İttihat ve Terakki döneminde bir nebze gelişen ya da geliştirilmeğe çalışılan milli sermaye, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında da aynı tempoyla devam etmiştir. O yıllarda oluşan dünyadaki büyük buhran ülkemizi de bir ölçüde etkilemiştir. Ayrıca ülkemizdeki azınlık sermayesinin de direncinin sonucunda, Teşviki sanayi yasalarına rağmen Türk kökenli milli sermayenin güçlenmesi sağlanamamıştır. Bu nedenle, devlet eliyle büyük sermayedar gurup oluşturulmaya yani sonraları KİT adı verilecek olan kuruluşlar kurulmaya başlanmıştır. Bu öne çıkan ya da çıkarılan gurup, idealist bir devlet bürokrasisine dayanan ve bu sayede ön pilana çekilen bir sermaye şeklinde belirmiştir. Bu sermayenin dinamikleri Sümerbank, Etibank, Denizbank vb. şeklinde belirmişse de; bu tablo ancak, Atatürk’ün yönlendirmesi ve o yıllardaki bazı idealist bürokratların kendisini feda etmesiyle sürebilmiştir. Ülkemizde sonraki yıllara sarkacak olan bu kuruluşların üretim faaliyetiyle bunlarda olumlu anlamda büyüme de meydana gelecekti.
Bu büyüme, daha sonraki süreçte, ABD hibesi ve küçük Amerika ajitasyonun yoğun baskısıyla, ülkemizde palazlatılan tetikçi medyanın yönlendirilmesiyle kırılacaktır. KİT’ler adına oluşturulan kumpasın bir diğer tarafında da, Turuva atı geleneğinden gelen ve bu yolla beslenen bürokratik anlayışta tüm haşmetiyle yer alacaktır. Ayrıca mevsimlik ya da dönemlik olan çapsız, ufuksuz, çıkarbaz ve teslimiyetçi politikacılar eliyle yaratılmış olan KİT sendromu ve hilkat garibeleri, Turgut Özal’la birlikte çatır çatır damardan beslenmeye başlamıştır. Bu çatırdamalarda zurnada peşrev mi çekildi, ya da KİT’ler ona buna peşkeş mi çekildi ve ya hamam sefası sonrası peşkir mi verildi, onu da siz düşünün? Örneğin tekel binaları kaç kuruşa ve kimlere satıldı? Mesela Cibali Tütün Fabrikası, “Has”lara kaç liraya gitti? Ya da Beşiktaş sahilindeki Avusturya Tütün Deposu veya Üsküdar-Kuzguncuk yolunda sahilde bulunan Tekel binası, kime ve ne kadar liraya satıldı? Bu satışların o zamanki bedelleri, gerçekten gerçekçi miydi? Bu binalar geçmişin sermaye birikiminin sembolü değil miydi? Bu satışları yapanlar ya da yaptıranlar, Türk milletinin mali birikimlerini satarken, vicdan azabı duymuyorlar mı ya da duymadılar mı? Kimin malını kime satıyorlardı? Biz özelleşmeye elbette karşı değiliz, fakat bu durum, özelleşme palavrası altında, Türk milletinin ekonomik birikim ve kaynaklarının talan edilmesi değilse nedir? Biz her türlü maddi, manevi ve milli değerlerimizin yozlaştırılmasına da karşıyız. Aynı şekilde sıtratejik bir açılım gereği, ülkemizdeki var olan üretimlerin de, dış ülkeler istiyor diye köreltilmesine de karşıyız.
Bu bağlamda şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, demirçelik (Ereğli, İskenderun vb.) ve petro-kimya (Tüpraş) sanayisiyle iletişim (PTT-Türk Telekom) ulaşım (THY) ve tarım sektörü, Zonguldak’taki kömür sektörünün ihmal edilmesi bunlara örnektir. Bu KİT kuruluşlarının olumsuz duruma düşmesi olsa olsa, 1945 sonrasında ABD ile geliştirilen ilişkilere dayanmaktaydı. Amerikancı yönetimler kasıtlı olarak KİT’leri devreden çıkarmak için, bu kuruluşlara ilgili ilgisiz adamlarını sokuyorlar ve buradan nemalandırıyorlardı. Buraya sadece adamlarını işçi olarak sokmuyorlar, bir sürü kişiye de yönetim vb. kurullarda havadan para saçtırıyorlardı. Bu duruma ne para dayanabilirdi, ne de kaynak. Öylede oldu ve bu kuruluşlar verimli olmuyor, üretimleri çok pahalıya geliyor puropagandasının da oluşumuna zemin yaratıldı. Vurguncular her yeri sardı. Bu vurgunlar, her türlü koşullarda etkin oldular. Fakat bu tablo, Atatürk’ün ölümünden sonra ve bilhassa 1945 sonrasından günümüze doğru, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının ağında, iyice vahim duruma doğru gelmeye başladı.
Bu bağlamda milli sermayenin yerine, bu malum ittifaka göbekten bağlı bir sermaye oluştu. Bu artık milli sermaye değildi. Bu sermaye, uluslarüstü emperyalizmin süreç içersinde oluşturup, pekiştirttiği ajan ve teslimiyetçi bir sermayeydi. Bu çeşit sermaye, Türkiye ve benzeri ülkelerde belirli bir anlayış ve sıtratejinin ürünü olarak gündeme sokulmuş, çeşitli ayak oyunları ve taktiklerle toplumun bünyesine bir parazit olarak yerleştirilmiştir. Bu durum onların dünya hakimiyetinin genel anlayışındaki taktik ve çıkarlarının da gereği olmaktaydı. Bu çağda artık, doğrudan ve acıtarak sömürü yerine, dolaylı yoldan sömürü esas olmuştur. Geçmiş çağlardaki doğrudan sömürü, genelde düşman olarak nitelenen ya da kendilerine rakip olan kişi, gurup, halk, toplum, millet ya da devletlerin etkisiz kılınıp ele geçirilmesiyle söz konusu oluyordu. Bu sömürü durumu, başta toprak geliri olmak üzere her türlü nakdi ve ayni pozisyondaki gelirlerin zapt edilmesi şeklindeydi. Bu aşamada gasplar ya da konulan vergiler, genel anlamda doğrudan sömürünün esasını oluşturuyordu.
Günümüzde artık sömürü açıktan bir milleti, bir devleti esir almaktan ziyade, o millet ve devletin başına getirilen kadroları el altına alıp sömürü sistemini pekiştirmek şeklinde olmaktadır. Bu yöntem, sömürünün de kalıcılığını arttırmakta ve de sömürülen milletler ve devletlerin topraklarının kaynaklarının kontrolü daha masrafsız olarak halledilmektedir. Çünkü ilgili ülkelerin topraklarındaki çoğu liderler ve sermaye gurupları kontrol altında olduğu için, onların da etki ve kontrolündeki basın ve medyada çoğunlukla sahibinin sesi olmaktadır. Tüm bu gelişmeleri derinlemesine düşünemeyen yurttaşlar, önündeki tuzakları görüp, olayın derinliğini anlayıp, çözümlemesi de pek mümkün olmamaktadır. Çünkü o yurttaşların önlerine gündelik hayatın sıkıntı ve çelişkileri sürülüp, onlar bu çelişki ve sıkıntıları çözmeye çalışmaktalar; ya da önlerine bir elma şekeri gibi sunulan her türlü tüketimin çılgınlığına düşürülüp, bu gel-git sürecinde uyutulmaktadırlar. Bu uyutulmada, reklamlar, televizyonlar, filmler, diziler, futbolcular, mankenler, şarkıcılar, türkücüler ve pek çok kişi de kullanılmaktadır. Bu süreçte pişen ya da pişirilen kişiler için; kolejli Adnan Menderes bir kahraman; Dünya Bankası patentli Turgut Özal, “Çağ atlatan-Tonton”, Süleyman Demirel, “Çoban Sülü” ya da “Baba”, Bülent Ecevit de “Karaoğlan” olmaktadır. Bu şahıslar hep başbakanlık yapmış olan insanlardır. Hiçbirisinin ve birinci dereceden yakınlarının tarihsel düzlemde ekonomik güç kaynakları incelenmiş midir? Örneğin Korkut Özal nasıl zengin olmuştur, bilen var mı? Fakat bu liderlerin, Türk milletini hangi ortamlara ve kırizlere sürükledikleri de bilinmektedir. Bunlar böyledir de son dönemin başbakanları onlardan farklı mıdır? Yani Mesut Yılmaz, Tansu Çiller veya Recep Tayyip Erdoğan gibiler ABD’ye gidip gelmişler midir? Onlar oralarda ne aramışlardır? Ne arayabilirler?
Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının düşüncesine ve işine gelmeyen lider, kadro ve anlayışlar ise, değişik yöntem ve ayak oyunlarıyla tasfiye edilmektedirler. O çevrelerin istedikleri malum ortama destek olmayan lider ve kadroları, bazı yayın oyunlarıyla gündeme getirilip, kamuoyu oluşturulmakta ve daha sonra da bu ortamdan devre dışı yapılmaktadır. Yine egemen güçler, gözlerine kestirdikleri ülkelere doğrudan müdahale yapıp ya da yaptırıp, kendilerine kul köle olan kadroları iş başına getirmektedirler. Bunun en somut örnekleri yakın zamanda Afganistan ve Irak’ta yaşanmıştır. Dikkat edilecek olunursa, bu ülkelere müdahale eden zihniyet buradaki yönetimlerin anti-demokratik olduğundan söz ederek gündem oluşturmuş ve o sürecin sonucunda müdahale etmiştir.
Diyelim ki, Afganistan ve Irak’ta demokrasi yoktu. Peki bu demokrasi Küba’da var mı? Suudi Arabistan’da var mı? Bu demokrasi, Basra körfezindeki Hurma şeyhlerinin ülkelerinde var mı? Örneğin oralarda kadınların konumu nedir? Seçme seçilme hakları bulunmakta mıdır? Yani müdahaleci gücün istediği, demokrasi oralarda var mıdır? Eğer yoksa, buralara neden müdahale edilmiyor? Burada olmayan demokrasi, bu günkü süreçte oluşmadı ki. Buradaki ortam hep böyleydi. Fakat Amerikalıların buradaki dolaylı hakimiyetleri ve etkinlikleri, yarım yüzyılı geçti. Niçin buralara askeri anlamda hiç müdahale etmediler? Yoksa oradaki anti-demokratiklik, kendi çıkarlarına doğrudan hizmet ettiği için mi, müdahale etmediler ve etmiyorlar? Ya İsrail, kendisinin esareti altında olan Filistin halkına karşı ne kadar demokrat? Ayrıca Afrika’daki ve Güney Amerika’daki ülkeler ne durumda?
Yakın geçmişimizde geliştirilenler, Türk milletinin alın terinden, emeğinden, kanından ve canından beslenen, semiren ve büyüyen bir sermayedir. Bu sermayenin Türklerin yükselmesi diye bir sorunu yoktur. Bu sermayenin “Ne mutlu Türküm Diyene” diye de bir sorunu yoktur. Bu sermayenin sorunu, Türk milliyetçiliğini hadım etmek, ettirmektir. Bu sermayenin beslediği liderler, Türklüğün hedefini ve çapını gizleyen ve saptıran kişiler olmuştur. Onların zenginliklerinin alt yapısı iyi incelenmeden, değerlendirilmeden hareket ettiğimiz sürece, Türk milliyetçileri daha çok hüsranlar yaşarlar ve de yaşacaklardır da... Türk milliyetçiliğinde sözde düşünce üretenlerden bazıları, sabah akşam Rusya’ya söverken, niçin ABD ve ekibinden söz edemiyorlardı? Nazım Hikmet’in hikayesini sürekli tekrar edenler ve küfür edenler, niçin Sakıp Sabancı adına bir düşünce ortaya koyamıyorlardı? Sakıp Sabancı ve yakınlarının yaptıkları, onlara göre yoksa çok milli miydi? Örneğin Halil Berktay’ı kim besliyordu? Yoğurdu Danone, çikolatayı Milka, kahveyi Jacop adıyla bu topluma pompalatanlar, Nazım Hikmet’ten daha mı iyi ya da milliydiler? Ya da Türk milliyetçiliğinin önüne geçmeye çalışıp da, yönlendirmeye gayret edenlerden bazıları bunları niçin anlamıyor? Yoksa onların da, tuzu kuru mudur? Acaba onlardan bazıları, Boğaz’da, Moda’da ya da adalarda mı oturuyorlar? Acaba onların ABD ile ilişkisi nedir? Bütün faaliyetleri sadece oraya gidip gelmek midir?