Basından öğrendiğimize göre Londra’da Kıraliyet Güzel Sanatlar Akademisinde açılan “Türkler: 1000 Yıllık Yürüyüş” sergisini günde 10.000 kişi gezmekte imiş. Bunun üzerine Suren Melikyan adlı bir Ermeni sanat tarihçisi International Herald Tribune’de bir yazı yazarak “Türkler küçük bir askerî azınlıktır” demiş.
Sanat onların haddi değildir, Çin’den, Acem’den, Arap’tan, Yunan’dan yürütmüşler demeye getirmiş (İlber Ortaylı, 20 Mart 2005, Milliyet). Suren Melikyan’a Türk sanatının misyoneri gibi çalışan Purof. Ara Altun’un rahle-yi tedrisinden geçmesini, vakit bulamazsa da hiç değilse Lizbon’daki Gülbenkyan müzesini gezmesini naçizane tavsiye ederiz. Özellikle de Doğu ve Batı Sanatı salonlarını. Belki oradaki 16.yy. Bursa kadifeleriyle onların berbat İtalyan taklitleri arasındaki farkı görürse cehaletini biraz olsun giderebilir. Hasetlik olmasa fesatlık olmazmış diyerek asıl konumuz olan “Türk Sanatında Hayvan Üslubu” veya diğer bir deyişle “Avrasya Hayvan Sembolizmi”ne girelim. Fransız Türkolog J. P. Roux, bir çok kültürde hayvan motiflerinin işlendiğini ama Türklerin hayvan sembolizmine getirdiği zevkin inkâr edilemeyeceğini yazıyor. Gerçekten de Ön Asya ve Doğu Akdeniz kültürlerinde Sfenksler, kanatlı cinler, boynuzlu ve kanatlı atlar hep vardı. Aradaki fark neydi? Bizimkini farklı kılan soyuta eğilimli olması mıydı?
Sanatımız Avrasya bozkırlarında doğdu, avcı ve çoban atalarımız birbirleriyle alt alta, üst üste boğuşan yabanî hayvanları, göklerden avlarının üstüne süzülen yırtıcı kuşları binlerce yıl gözlediler, yalnız gözlemekle de kalmadılar, gördüklerini ahşaba, madene, deriye, keçeye, halıya işlediler. Kâğıt yoktu çünkü. Derken yeni bir dinle tanıştılar, önce köle ve paralı asker olarak, sonraları siyaseten ve gönüllü kitleler halinde girdikleri bu din tasvirden hoşlanmıyordu. Bazı yasaklar da getirmişti.
Ama Türk sanatçısı sanatsız kalamazdı ve kendini ifade etmenin yeni bir yolunu buldu, büsbütün soyuta kayarak ve hayvanları aslından iyice uzaklaştırarak “aşırı üsluplaştırma” ile bitkiye çevirdi. Bilmeyen bu motiflerin esasen hayvan ve daha çok da kuşların kanatları olduğunu anlayamayacaktı. Ve bu yeni tarzı İslam kültür ve sanatına armağan etti. En çok da Rum (Rum, Roma’nın Türkçe telâffuzudur) yani Anadolu Selçukluları tarafından kullanıldığı için bu üsluba Rumî veya Selçukî denildi. Hindistan’dan Endülüs’e kadar çok geniş bir sahaya yayıldığında Batıda Miro’nun, Kandinski’nin, Pikasso’nun doğuşuna daha bin yıl vardı. Bazen Kûfî yazılara eşlik etti, o yüzden batılılar onu Arap işi sanıp “Arabesk” diye tescil ettiler.
Fotoğraf 1
Yukarıdaki fotoğrafta Diyarbakır kalesi kazılarında bulunmuş bir Artuklu davulunun üzerinden çini mürekkebiyle kopya edilmiş insan ve ejder (böke) figürleri görülmektedir (Konuşan Kûfî, 12. yy.). Aslı Sultanahmet Türk İslam Eserleri Müzesi’ndedir.
Avrupa’da 19. yy.’da sanayi devrimine tepki olarak doğan sanatlar ve zanaatlar (Arts and Crafts) akımının Endülüs yoluyla gelen İslam sanatından da yararlandığını biliyoruz… Böylece Rumî motifler İspanya’da Toledo tiren istasyonunun duvarındaki çini panolarda, Portekiz’de Sintra sarayının tavan süslemelerinde, Lizbon bulvarlarında, Prag’da İspanyol Yahudilerinin sinagogunda daha 19. yy.’da yerini bulmuştur. Fakat 3. sınıf işçiliklerle. Göçebe (!) Türk’ün sanatı çoktan AB’ye girmiş, meraklılarının gözü aydın!
Fotoğraf 2
Entellerimiz daima niye heykelimiz, resmimiz yok diye sızlanıp durur ve İslamiyet’i suçlar. İslamiyetle Türk sanatının bambaşka bir mecraya aktığını düşünemezler. Aslında tasvir yasağının Hıristiyanlık için de söz konusu olduğunu bilmezler. Bizans’ta tasvir kavgası 8. ve 9. yy.’lar boyunca sürmüş, hem de çok kanlı bir şekilde ve sonunda ikona kırıcılar (Ikonaklast) mağlup olmuştur. Bu uğurda İmparatoriçe İrene’nin oğlunun gözünü oydurmaktan da çekinmediğini tarih yazıyor (Bizans Tarihi, Auguste Bailly, Tercüman yayınları, tarihi yok, takriben 1970 ortaları). Yüksek (!) Bizans medeniyetinde böyle örnek çoktur. Anlı şanlı Rönesans döneminde de Floransa’da papaz Fra Girolamo Savanarola’nın tablo ve minyatürleri yaktırdığı bilinmekte (Sanat Tarihi Metodu, Purof. Dr. Selçuk Mülayim). Türklerinse İslamiyet’in tasvir yasağını çok da ciddiye almadığını gösteren işaretler var, tıpkı mezarlık konusunda bildiklerinden pek de şaşmadıkları gibi. Aksi halde Muhammed Siyahkalem gibi Heratlı mı, yoksa Tebrizli mi olduğu halen tartışılan ve yaşadığı yy. dahi bilinmeyen bir gurur kaynağımız olamaz ve onu yetiştiren ekol de gelişemezdi.
Ne demiştik? Göçebe atalarımız hayvan üslubunu halıya da mı işlemişti? Sanat Tarihi Türk resminin Pazırık halısıyla başladığını mı yazmıştı?
Atalarımız halıya başka şeyler de işlemişti: Oğuz boy damgaları ve Göktürk alfabesi gibi. Ayrıntılarını merak edenler Purof. Neriman Görgünay’ın Kültür Bakanlığı tarafından 2002’de basılmış kitabını alabilir. Aşağıda geç dönem Ege halısında bu alfabenin “R” sesini veren (…) harfi gözlenmekte.“Halı Türklerin soy kütüğüdür” diyen boşuna dememiş.
Fotoğraf 3
Halının kenar suyunda (bordür) İslamiyetle gelen Kûfî harflerden biri tekrarlanmış. Göçebe geçmişimizden pek utanan kimileri bunun bir çeşit üretim biçimi olup sınaî göçebelik sayıldığını bilmez ki düşünebilsin. Geçmişte yazın binlerce tezgâhın yaylalara taşındığından, bu tezgâhlarda dokunan halıların Avrupalının karanlık ve soğuk saraylarıyla kiliseleri için en makbul hediyeler olduğundan habersizdir. İyi ki Rönesans ressamları Loto ve Holbayn tablolarında fon olarak madalyonlu Uşak halılarını kullanmışlar, işte bilmeden bazen bize iyilik ederler, tıpkı gıravürcüler gibi. Kilime gelince köylü işi diye küçümsenen bu güzelliği Türk entelektüeli fark edip de evine aldığında maalesef kilim tezgâhları artık susmuş, Göktürk alfabesini ona işleyenler de dedikleri gibi yokluk içinde ölüp gitmişler, kilim şimdi sunî teneffüsle yaşatılmakta (sayın okuyucu lütfen evinize küçük de olsa bir kilim alınız.).
İlhamını bozkırdan alan göçebe sanatımızın sadelik içindeki zevki yerleşikliğe geçtiğimizde mimarimize ve ev döşememize de yansımıştı. Topkapı Sarayı’nı bir gözünüzde canlandırın, insanda bir Türk obasının gelip konakladığı hissini uyandırmıyor mu? Yapılar Han otağını çağrıştırmıyor mu? Döşenmesine bakacak olursak, hemen göçü yükleyip gidecekmiş gibidir. Belki de onun için restorasyonu yapan mimar Mualla Eyüboğlu’nun ifadesiyle Topkapı Sarayı dünya saray müzelerinin birincisidir. Ne yazık ki bu tarz ziyadesiyle batılılaşma merakımız yüzünden hayatımızdan çıkıp gitmiştir. Şimdiki evlerimiz eşyaların hâkimiyetindedir. Göçebe geçmişimizden hiç de utanmıyorum. Utananlara da acıyorum, sığlıkları için, hem biz göçebe iken başkaları neymiş acaba, Vikingler ve köle olarak sattıkları Islavlar (Slave) meselâ?
Türk kültür ve sanatı ne yazmak, ne konuşmakla biter; sanatkâr üslup yaratabilendir, Türkler de üslup yaratmıştır. İznik’te ve Kütahya’da Ermeni ustaların çalışmış olması hiç bir şeyi değiştirmez, üslubun sahibi Türklerdir, gerisi kusura bakmasınlar ancak zanaatkârdır. Ve çiniciliği Diyar-ı Rum’a Selçuklu getirmiştir. Bizim Sanat Tarihi gibi hiç ciddiye almadığımız çok sadık bir dostumuz var, bunları o yazıyor Bay Süren Melikyan. Hem kültür alışverişi diye bir şey vardır. Coğrafi engeller yüzünden bunu başaramayanlar Afrika’da Buşmen, Avustralya’da Aborjin olarak kalmıştır. Türkler ise bu alışverişi her zaman yapabilmiştir. Diyaspora Ermenilerinin halen Türkçe konuşabildiğini biliyoruz. Dileriz Ufuk Ötesi’nde elinize geçer, birilerine okutursunuz.
Bu gazetenin okuyucularına da söyleyeceklerim var: Uşaklılar geri hizmete aldıkları havı dökülmüş halılarına, Kayserililer kaderine terk ettikleri güzelim taş evlerinin yağmur oluklarına, Antepliler, Maraşlılar, Diyarbakırlılar bakır çaydanlıklarının kulplarına, kapı tokmaklarına lütfen bir kere daha baksınlar, onlarda kuşları ve ejderleri görecekler. Yani günümüze ulaşabilmiş “Hayvan Üslubu”nu, ne güzel değil mi?
Fotoğraf 4
Not: Yazı ile ilgili fotoğraflar gazetemizde yayınlanmaktadır.