AB Anayasası’nın IV-447. maddesine göre Anayasa tüm üye devletlerce, kendi anayasalarının gereği doğrultusunda, onaylanmasını müteakip İtalya devletine tevdi etmeleri üzerine 1 Kasım 2006 tarihinde ya da üyeler bu tarihe kadar onaylayıp tevdi etmedikleri takdirde, son onaylayan Üye’nin tevdiini takip eden ikinci ayın ilk günü yürürlüğe girmesi öngörülmüştü.
Bazı Üyeler referanduma gitmek suretiyle bu onayı vermeyi uygun gördü. Bu durum tartışma yaratınca da hemen Türkiye’nin AB üyeliği ileri sürülerek sanki Türkiye’nin üyeliğinin oylandığı gibi bir görüntü ortaya koyuldu. Avrupa’da yüzyıllarca var olan Türk korkusunu bahane ederek Anayasa’ya “hayır” oyu verilmesi sağlandı. Yarım yüzyıldır süregelen bir işlevsellikle pazarlarını birleştirme çabası içinde olan Avrupa devletleri neden siyasi ve hukuki birleşmeyi istemedi sorusu akıllara takılmıştır. Yazımızda bu soruya cevap arayacağız.
Bu sorunun cevaplarını ortaya koyarken, AB Anayasası’nın bir “anayasa” olarak neleri ihtiva ettiğine ve neler getirip neler götüreceğine bakmak gerekir. Dikkat çeken ilk husus Anayasa’nın tümünün kamu harcamalarının finansmanına ilişkin olmasıdır. Bu bakımdan “iktisadi anayasa” olarak adlandırılabilir. Yatırımların finansmanı, kaynakların dengeli dağılımı, bölgeler arası gelişmişlik farklarının giderimi, fiyat istikrarı, özellikle tarım ürünlerinde olmak üzere destek alımları ile koruyucu nitelikte, karşılayıcı ve fark giderici vergiler, tarım, tüketici, aday devletleri destekleme vb. için bir takım fonların ihdası ve bunlara kaynak sağlanması vb. günümüzde hâkim zihniyet olan, tabiri caizse “sürekli alan ama hiç vermeyen” bir siyasi oluşum öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Bunun anlamı da şu olmaktadır; bazı az gelişmiş Üyelerin, yeni Üyelerin ve halihazırda aday ülkelerin AB standartlarına ulaşması için gerekli finansmanın, AB bütçesinin finansmanını yapan belli başlı birkaç devlette “fakirleşme” endişesi ortaya çıkmıştır. Hele serbest dolaşım göz önüne alındığında “işsizlik” sorununun da gündeme geleceği muhakkak olduğundan Fransa ve Hollanda kamuoyunun neden bu kadar “hassas” davrandığı anlaşılmaktadır.
AB üyesi az gelişmiş, ekonomisi tarıma ve turizme dayalı ve AB fonlarından büyük oranda destek alan Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İrlanda ile yeni üyelerde, örneğin, Polonya’da referandum yapılsa sonucun “evet” çıkacağını tahmin etmek için müneccim olmak gerekmez. Yunanistan Başbakanı bu gelişmenin “kaygı verici” olduğunu açıkça ifade etmiştir. Polonya Başbakanı da Fransa’daki sonuca rağmen “Anayasa’nın onaylanması” çağrısında bulunmuştur. İsviçre maliye bakanı ise ekonomik bütünleşmenin “ekonomi ve güvenlik hatalarına doğru yöneldiği” yorumunda bulunmuştur. Tarıma sürekli destek sağlamaya ve İngiliz Devletler Topluluğu ile ilişkilerini kesmek istemeyen İngiltere de Anayasa’ya “hayır” diyecektir. Kaldı ki, daha birkaç yıl önce Almanya AB bütçesine desteğini azaltacağını açıklayınca bu devletlerden tepki gelmişti. Destek alımları azalacak diye Yunanistan’da çiftçiler gösteriler yapmıştı. Halbuki, AB yüksek gümrük vergileri ve kotalar uygulayarak ve “uyum” adı altında kanunlar çıkartılmasını isteyerek Türkiye’de tarımı bitirirken, Türk çiftçisine hükümet “Gözünü kara toprak doyursun” demiştir. Yıllarca “Türkler AB’ye girerse Türkiye’nin yarısı boşalır” gibi hurafeler üretenler bunu görsünler.
Diğer bir sebep, hukuki ve siyasidir. AB Anayasası, bugüne kadar “hükümetler-arası örgüt” statüsünde olan AB’ye “tüzel kişilik” kazandırmakta ve yine bugüne dek Avrupa Adalet Divanı içtihadına dayanılarak uygulamada süregelen “milletler-üstü hukuk” olduğunu da yazılı hale getirmektedir. Diğer taraftan, Anayasa merkezi yönetimin yetkilerinin yerel yönetimlere devrini ve diğer “Avrupalıların” da yerel yönetim seçimlerine kısıtlama olmaksızın katılma ve yönetimde söz sahibi olmalarını ihtiva etmektedir. Bu da “milli” ve “üniter” devletin ortadan kalkması ve geriye sadece serbest dolaşımın ve mübadelenin olduğu bir “pazar” kalması sözkonusudur. Türkiye için federalizmi “çözüm” önerisi olarak getirenler nedense aynısını kendileri için uygun görmemektedirler. Kendi milli ve üniter devletlerini muhafaza etmek için Türkiye’yi bahane etmektedirler. Ancak, artık Türkiye’yi hiçbir konuda eleştiremeyecekleri de açıktır. Türkiye bu durumdan yararlanarak, müzakere sürecinde bölgedeki siyasi gücünü muhafaza edip, finansman desteği sağlamaya devam edebilecektir.