Kimdir Hasan Cemal? Hani, şu Kürtler üzerine kitap yazan ve bir zamanların hızlı solcularından olan, bir insan değil midir? Sanki bu ülkede herkes, her şeyi bitirmişti de, bir Hasan Cemal’e kalmıştı, Kürtler konusu? Şimdi bu Hasan Cemal’in dedesini tanıyalım ve “Armut dibine düşer” mi, düşmez mi görelim...
Yıl eski takvimle 1324, yeni takvimle 1908’di. Zamanın daha dar kesitini esas alırsak, aylar Temmuzu, günler ise 24’ünü gösteriyordu. Ve sonrasında İstanbul’da, Selanik’te, İzmir’de ve diğer başka yerlerde bazı insanlar, çok ama çok mutluydular...
Bu mutlu insanlar arasında, Selanik’teki Fevziye Mektepleri Müdürü olan Sabataycı Cavit Bey’de vardı... Posta memuru olduğu belirtilen ve bazıları tarafından Çingene Talat diye anılan ve mason olduğu söylenen kişi de vardı. Doğaldır ki, mutlu insanlar arasında Hasan Cemal’in dedesi de bulunuyordu. Bu çok mutlu ve sevinçli insanların yanı sıra, II. Abdülhamit’ten nemalanan kaymak tabaka ise, çok üzgündü ve de korku onların bacalarını aşıp, dağlarını sarmıştı...
Bu üzgün ve çok korkmuş olan azınlığın içersinde de; Arap İzzet, Arnavut Fehim ve Kara Tahsin Paşa’lar da bulunmaktaydı. Özü Türk olan halkın büyük çoğunluğu, her zamanki gibi olanlardan genel anlamda habersizdi!..
Dönemin padişahı da bir insandı... Bazılarına göre de “Ulu Hakan”dı. Fakat bu gelişmelerden “Ulu Hakan” denilen şahıs da çok korkmuş ve de ürkmüştü. Bu korku nedeniyle, muhalifleri ne derlerse, onların dediğini yapıyordu. Onlar: “Meşrutiyet” dediler ve o da hemen “olur” dedi...
Bütün bu hengameler; hürriyet, eşitlik, kardeşlik gibi kavramların sılogancılığı altında yapılıyordu. Kimilerince “Kızıl Sultan”, kimilerince de “Ulu Hakan” olarak nitelenen padişah, II. Meşrutiyet’ten yaklaşık sekiz ay sonra, tahttan indirilmiş ve sıkılmış limonun posası gibi, bir kenara atılmıştı. Bu kenara atılmadaki güzergah olarak, önce Selanik şehri ve sonra da Beylerbeyi Sarayı seçilmişti.
Gerçekten de padişahın durumu, göz altında tutulan bir mahkuma benziyordu. Aslında, hafiften kambur gibi duran bu padişah, ne “Ulu Hakan”lık vasfına yönelik davranışlar sergilemiş, ne de “Kızıl Sultan”lık yapmıştı. Yaptığı olumsuzluklar var mıydı? Elbette vardı. Fakat onun asıl sorunu, kendisiyle barışık olamamasıydı. Bu durum onun kişiliğinin özünde, içindeki korkuyu tetikliyor, korku da ruhundaki vehmini kamçılıyordu.
Bu hastalık haline gelen vehim, onun hayatının vazgeçilmez bir parçası oluyordu. Bu durum, adı geçen padişaha karşı, farklı kesimlerden pek çok kişinin birleşmesine sebebiyet veriyordu. Bu birleşmelerin en önemli yerlerinden birisini, İttihat ve Terakki Partisi oluşturuyordu. Bu birleşmelerin mimarları arasında, her türlü Müslüm ve gayri müslüm azınlık mensupları da yer alabiliyordu. Sonuçta, bu birleşmiş veya birleştirilmiş küme, padişahı iktidardan edip, muktedirsiz hale getirme işini de becermişti.
O günler, tam anlamıyla kargaşa günleriydi. Bu kargaşa ortamından uzun vadede ne Ohrili Eyüp Sabri istediği gibi istifade edebilecek, ne de Resneli Niyazi... Halbuki onlar, bir ara kahraman da olmuşlardı. Fakat, ufukta beliren üç kişi vardı; Enver, Talat ve Cemal... Sonuncusu ki, Hasan Cemal’in dedesiydi...
O kargaşa günlerinin partisi İttihat ve Terakki, tam anlamıyla yamalı bir bohça gibiydi. İçi sanki, bir çorbaya benziyordu. Her şey vardı: acı da, tatlı da, ekşi de ve dahi tuzlu da...
“Armut dibine düşermiş” ya da “Anasına bak kızını al” gibi özlü sözlerimiz içersinde, ibret almanın yanı sıra, tarihsel dokumuzun, kültürel sonuçları da gizli değil midir? O yüzden bakınız, Hasan Cemal denilen şahsın yüzüne ve orada görünüz dedesini...
Hasan Cemal’in dedesi her nasılsa, aradan, kıyıdan, köşeden sıyrılmış ve finalde ilk üçe girmişti. Neyin ilk üçüne... Enver’in, Talat’ın bulunduğu ilk üçe... Bu kısa boylu, oldukça tıknaz olan adamcağız da, düşürülen padişah gibi kendisiyle barışık olmama konusunda, aynı çizgiyi mi takip ediyordu? Acaba o da, aynı o malum padişah gibi, aynaya baktığı zaman kendi görüntüsünün rahatsızlığına düşüyor muydu? Belki de padişahı, kamburumsu duruşu ve yüzünün önemli bir kısmını esir alan burnu ile baygın, uykulu ve belki de kurnazlık kokan bakışları rahatsız ediyordu...
Ya diğerini, ne rahatsız edebilirdi? Sakın kısa boyu ile ters orantılı olan enine doğru büyüyen vücudu, kendisini rahatsız etmiş olmasın? Acaba bu nedenle mi, fotoğrafçılara verdiği pozlarda, daha ince görünebilmek uğruna, hafif bir şekilde yan duruyor, ya da bir ayağını öne doğru atmaya çalışıyordu? Bu durum sanki, günümüzde, televizyonlarda zayıf görünmek uğruna, kamera hiylesi isteyenlere de, önderlik edebilecek bir davranış gibiydi...
Evet, bu kısa boylu ve tıknaz adam, üstelik de keldi. Cemal Paşa’da, Enver Paşa’nın yakışıklılık havası yoktu. Üstelik kelliğinden dolayı, her halde mutlu olduğu da söylenemezdi. Çünkü, kellik onu oldukça yaşlı gösteriyordu. O, son dönem Osmanlı subaylarının aksine, sakal da bırakıyordu. Acaba başında kalmayan saç kılları yerine, yüzündeki sakal kıllarını uzatarak tatmin mi oluyordu?
Aynı zamanda ona, sakallı olmasından dolayı da “Sakallı” Cemal Paşa diyorlardı. Zeytindağı’ında beraber bulunduğu, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle de, ekşi bir sesi vardı. Ya torununun! Onu da sizler değerlendirin!
Torun Hasan Cemal’in da, ağır oldukça ağır ve tane tanenin de altındaki bir seviyede giden konuşma şekli, bilenlerin, tanıyanların elbette kulaklarındadır. Hasan Cemal’in ideolojik anlamda benzer konumdaki yoldaşı ve koldaşı olanı Mehmet Barlas’ın özel bir televizyon kanalında, onun konuşmasıyla ilgili yüzüne karşı yaptığı alaycı yorum, şu anda bile kulaklarımdadır...
Görüldüğü üzere, pek çok yeri ve özelliği normalin altında kalan, Sakallı Cemal Paşa, kendisiyle barışık olabilecek bir adamcağız mıydı? Bu ülkenin kaderini ellerinde tutan bazı adamların arasına, nasıl girebilmişti? Hangi yeteneği, hangi bilgi ve becerisi bu duruma yol açmıştı? Ya Hasan Cemal’in hangi yeteneği ve becerisi onu, bugünkü seviyesine getirmişti? Hangi seviyede bilgisi ve ilgisi vardı ki, Kürtler üzerine yorumlar yapıyordu? Hasan Cemal’in kursağından geçen yiyeceğin ana kaynağını sağlayan Türk milleti değil miydi? Türk milletinin bu temin ettiklerinden haberi var mıydı? Varsa eğer, Hasan Cemal’i Kürtler hakkında kitaplar yazsın diye mi besliyordu?
Cumhuriyet gazetesi ilgilileri bir zamanlar, torunu Hasan Cemal’e nazire yaparcasına ‘Dedesi İmparatorluğu batırdı, torunu Cumhuriyeti batıracak’ diyorlardı. Bu cumhuriyet elbette gazete olan cumhuriyettir; yoksa değil Hasan Cemal, onun gibi bin, on bin, adam olsa ne yazar? Türkiye cumhuriyeti, bizler ölmedikçe yine batmaz!..
Sakallı Cemal Paşa’da hayatında, Enver Paşa’ya özeniyordu. Acaba Enver Paşa’ya karşı bir kıskançlık hissetmiş miydi? Ondaki bazı haller ve davranışların zaman zaman olumsuz bir pozisyona dönüşmesinde, bu durum etkili olmuş muydu?
Evet Enver Paşa yakışıklıydı. Saraya da damat olmuştu. Üstelik Harbiye Nazırlığına da getirilmişti. Sakallı Cemal Paşa’ya da benzer görev verilmeliydi. Elbette Sakallı Cemal’in damat olma şansı yoktu. Kaldı ki son dönemin sultanları, artık müstakbel kocalarını kendileri de seçebiliyorlardı. O yıllarda Osmanlı sarayı, Sulan Abdülmecit ve Abdülaziz döneminin sarayı havasında değildi. Elbette, sarayda Enver’i seçen hanımlar olabilirdi. Peki bu konuda Cemal Paşa’nın şansı var mıydı ki?
Belki de Cemal Paşa düşündü ve gördü. Enver Paşa ile aşık atabileceği bir alan vardı. Madem Enver Paşa Harbiye Nazırı oldu, kendisi ne olabilirdi? Olacağı makamda Enver Paşa ile de yarışabilmeliydi. Ondan hiçbir şekilde geri kalmamalıydı. Oysa, hep ondan geri düşüyordu. Bu kez, ne olursa olsun geri kalmamalıydı...
Acaba, bu aşamada mı makamları düşündü, taşındı, kafasında tarttı ve belki de içinden “buldum” dedi. Gerçekten de bulmuş muydu? Neydi bulduğu görev? Bahriye Nazırlığı idi?
Enver Paşa nasıl bir “Nazır”lık kapmışsa, yani “Bakan” olmuşsa, şimdi kendisi de bir “Nazır”lık kapıyordu. Kısaca “Bakan” oluyordu.
Üstelik bu “Bakanlık” askerlikle ilgiliydi. O zaman, bu bakanlık Enver Paşa ile kıran kırana yarışabileceği bir yerdi. Fakat her güzelin bir kusuru olurdu. Sakallı Cemal Paşa’nın da kusuru yok muydu? Elbette, bir değil pek çok kusuru vardı. Fakat bu kusur, göreve yönelik nasıl olabilirdi? Bu kusur şuydu: Cemal Paşa, ne denizi biliyordu, ne de gemileri tanıyordu. Deniz olarak sadece bildiği, görev yerlerinde görmüş olduğu denizdi. Gemi olarak da bildiği, şirketi Hayriye vapurları ile Haliç’te uzaktan gördüğü, yorgun ve dökük Osmanlı donanmasıydı.
Ayrıca Cemal Paşa, ne bahriye adetlerinden anlıyordu, ne de gemicilik dilinden ve üstelik bahriye ile ilgili, olarak, geçmişe yönelik hiçbir tasarrufu ve faaliyeti de yoktu... Bunlar önemli miydi? Aslında görev bilinci taşıyan kadrolar için, çok ama çok önemli olmalıydı. Fakat Enver Paşa’nın makamına karşılık, makam bulma adına ise, bu faaliyetler çok önemli olmayabilirdi. Zaten Osmanlı tarihinde, nice ilgisiz ve bilgisiz insan, donanma da görev alma adına, benzer kadroları işgal etmemiş miydi?
Elbette herkes Hızır Hayrettin Paşa ya da Turgut Reis gibi kahraman değildi. Tarihimizde Hayin Kara Davut Paşalar, Atlamacı Mustafa Paşalar, bu mevkileri işgal etmişlerdi. Ne adına, kadro doldurma adına... Bu nasıl bir kadro doldurmaydı ki? Bu devşirmelerin bürokratik anlayışının, içimize girerek beynimizi işgal etmesinin sonucundaki, doğal bir dağılımın sonucuydu. Bu kadro doldurmada, örneğin Hayin Kara Davut Paşa için kaynanası Kösem Sultan, Atlamacı Mustafa Paşa için de kaynatası Nevşehirli Damat İbrahim Paşa etkili olmuştu... Tarihte kalmış olsa da, ne kadar hazin ve ibret çıkarılması gereken bir tabloydu bunlar!
Sakallı Cemal Paşa, yeni görevine çok hızlı başladı. Bahriyelilerin askerliğini pek önemsemiyordu. Onları karacı bir zihniyetle yöneteceğini düşünüyordu. O nedenle astığı astık, kestiği kestik denilen cinsten bir politika güdüyordu. Kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu. Haklı ya da haksız, ilgili ya da ilgisiz bir sürü insanı ya görevden alıyor, ya da emekli ettiriyor veya kovuyordu.
Bir gün, Enver Paşa’nın 3. Orduyu önüne katarak, Rus ordusunu çökerteceği haberini almıştı ve çok heyecanlanmış, bir ölçüde de korkmuştu. Bu durumun kazancı, sadece Enver Paşa’ya bırakılamazdı. Fakat ne yapılabilirdi? Belki de kendince ve aklınca bir yol buldu... 1. ve 2. Ordular sıtratejik konumları itibariyle müsayit değildi ama, 4. Ordu müsayitti. Ne için? Aklına geldiğini varsaydığımız düşünceyi uygulamak için... Aklına gelen düşünce neydi? Onun düşüncesi özü itibariyle, İngilizleri yenerek, Süveyş Kanalını geçip, Mısır’ı fethetmekti.
Bu sonuçla da Enver Paşa’nın kendisinin bir adım önüne geçmesini de engellemiş olacaktı. Enver Paşa, Ruslarla savaşırsa, o da İngilizlerle savaşacaktı. Enver Paşa, 3. Orduyla bunları yaparken, o da bunu 4. Orduyla yapacaktı. Enver Paşa, Kafkasya’yı fethettiğinde, kendisi de Mısır’ı fethetmiş olacaktı.
Sonra ne oldu? Önce Enver Paşa’nın düşüncesi Allahuekber dağlarında, Aralık ayının soğuk bir gecesinde karlara gömüldü. Karlara gömülen, sadece düşünceler değil, bir sürü Türk çocuğu da, o soğuk gece de karlara gömüldü. Sonuç, çıplak gözle bakıldığında, tam anlamıyla bir faciya idi...
Sakallı Cemal Paşa’da Zeytindağı’na çakılı kalmıştı. Bu dağ, soğuk değildi; fakat sıcaktı. Onun önünde Sarıkamış değil, çöl vardı. Sonra Lavrens diye bir adam çıka geldi ve Arapları aldattı. Kendi yörüngesine almayı başardı. Artık Cemal Paşa’nın emrindeki 4. Ordunun askerleri, hem çöl sıcağı ile savaşıyor, hem de Araplarla ve İngilizler de işin cabası oluyordu. Türk askeri çöle sıkışmıştı. Ne Gazze umut veriyor, ne de Berişeva... Her şey sıcak, kuru, uçsuz bucaksız ve de susuzdu. Ölen öldü, kalan sağlar bizimdir dendi.
Enver Paşa’nın emrindeki 3. Ordu nasıl soğuğa, karlara saplanmış ise; Cemal Paşa’nın emrindeki 4. Ordu da, sıcağa ve çöle gömülmüştü. Gerçekte tüm bunlar, bir kabustu. Kabustan da öte, gereksiz ve pilansız bir cesaretin, Türk çocuklarına uygulatılmaya çalışılması ve bir ölçüde “katliyam” dı...
Ölenlerin çoğu için, mezar dahi kazılmadan 4. ordunun arta kalan askerleri, bölgeden çekiliyordu. Hayfa, Kudüs, Şam, Beyrut, Halep bir bir ve olmuş armutlar gibi düşüyordu. Ne zaman? Ele geçmelerinden tamı tamına 401 yıl sonra...
Sakallı Cemal Paşa, yer yarılıp sanki yerin içine girmişti ve adeta kaybolmuştu. Elbette bu kaybolma, çöldeki bir kaybolma değildi. Bu kaybolma, bölgeden ayrılma mıdır ya da daha doğru bir söyleyişle İstanbul’a ulaşma mıdır desem, kaçma mıdır desem bilemiyorum, onu da sizler tarif edin!
Sakallı Cemal’in Filistin cephesinde, yani gerisinde bıraktığı olumsuz vaziyeti, Mustafa Kemal Paşa düzeltmeye çalışıyordu. Bu düzelme ancak, Halep’in kuzeyinde, düşmanın ilerlemesi durdurularak sağlanacaktı.
Adam Bahriye Nazırıydı. Ne işi vardı çölde? Acaba orada, serap görüp donanma gemilerini mi yüzdürüyordu? Yoksa onun denizi, ünlü “Ölü Deniz” miydi?”
Sen Bahriye Nazırı olarak görev süreni, yıllarca Filistin’de bir hayal uğruna geçireceksin? Neyin hayali? Harbiye Nazırı Enver Paşa ile gizli mücadele etmenin mi? Bu hayal, kaç Türk evladının canına mal oldu? Hiç hesaplayan var mı? Bu hesapların bedelini kim soracak?!
Sonra ne oldu? Talat ve Enver Paşalarla birlikte, bir Alman denizaltısı ile Odesa’ya kapağı attı. Oradan da ver elini Berlin... Enver Paşa, idealist bir adamdı. O nedenle Odesa’da kaldı ve başka hedefleri da vardı. Bir sürü maceradan, sonra Moskova’ya geçti. Artık Cemal Paşa da yerinde duramazdı. O da harekete geçti. Gerçi yine Enver Paşa’nın gölgesindeydi. Bu gölgeden bir türlü kurtulamıyordu. Tüm bunlara rağmen bulunduğu yerden, Mustafa Kemal Paşa’ya mektupta yazıyordu. Dirsek teması aralığını, hiç ama hiç bırakmıyordu. Enver Paşa’nın gündeme soktuğu, Orta Asya’daki politika, yavaş yavaş açık vermeğe başladı. Cemal Paşa’nın umudu da kırıldı. Artık Afganistan’da da duramazdı.
Sonra bir gün, Gürcistan’a geldi. Tiflis’te olduğunu, birileri haber aldılar. Artık hayatında onu, dünyaya bağlayan zincirlerin kaderi de sıkmaya başlamıştı.
Bu kader zincirlerinin boyutunun da, kırılma noktasının vakti zamanı da gelmişti… Aynı Roma’da vurulan S.Halim Paşa gibi... Aynı Berlin’de vurulan Talat Paşa ve Bahattin Şakir gibi... Sonra kurşunlar, bulunduğu sokağı çınlatmaya başladı. O artık birilerinin tuzağına düşmüş, onun için kurtuluş yolu kapanmıştı ve beraberinde yaverlerini de öbür tarafa doğru götürüyordu. Yerler kan gölüne dönmüştü.
Sonra kısa boylu, tıknaz ve de sakallı Cemal Paşa’nın cesedini aldılar ve götürdükleri yerde onu sırt üstü yatırdılar ve cesedinin üzerindeki kurşun delikleri, etrafı izlercesine sırıtıyorlardı. Fotoğraf makinesi çalışmaya başladı ve sırt üstü yatan Sakallı Cemal Paşa’nın son halinin görüntüsü, tarihe yansıtılıyordu. O sırada saldırganlar, başka bir yerde zevkten, sevinçten uçarken, bir düşmanlarını daha öldürmenin mutluluğu içinde yüzüyorlardı... Bu sırada torun Hasan Cemal’in doğması ve önce sosyalizm ve sonra başka şeyler için mücadele bayrağını açması için, vücudunun kimyasının oluşması uğruna, bir hayli zamana ihtiyaç vardı... Çünkü yıl, henüz 1922 idi...
O zamandan bu zamana ne değişti? Dün Sakallı Cemal Paşa vardı; bugün Hasan Cemal var! Dün Türk askeri çölde vuruldu, bu gün Cudi’de vuruluyor.
Ey benim saf milletim. Sen neredesin? Bak Sakallı Cemal dün, senin önünde paşaydı, bugün torun Hasan Cemal, senin önünde gazeteci... Dün Sakallı Cemal’in masası, senin emeğinin sonucunda doluyordu; bugün Hasan Cemal’in masası da böyle dolmuyor mu?
Fakat, dün kavga sahası Filistin imiş, bugün ise Cudi, Munzur vb. değil mi? Gittikçe alan daralıyor. İnanmam ama, sanki tarih tekerrür ediyor. Dedeler, yerlerine torunlarını bırakıyor.
İşte bir örnek, iyi tanı! Sakallı Cemal Paşa’nın torunu, Hasan Cemal!. Filistin de şehit olan Mehmetlerin torunları ise, yeni şehit Mehmetler olarak Cudi de ve benzer yerlerde değil mi?