Dini inançları, siyasi bir doktrin halinde, içinde yaşanılan topluma aşılama ve kabul ettirme gayretleri hiçbir zaman umulan sonucu vermemiştir. Belki belirli bir zaman dilimi içinde olumlu etkileri var gibi görünmüştür. Ancak sonuçta, fayda vermekten çok karışıklık ve anlaşmazlıklara yol açtığı ortaya çıkmıştır.
Buna karşıt olarak, bir siyasi sistemi-teorik bakımdan mükemmel görünse bile –âdeta bir semavi din gibi ya da evrensel, şaşmaz, karşı çıkılamaz kurallar bütünü halinde öne sürmek de o sistemi onulmaz bir hasta durumuna düşürebilir. Sosyal problemleri çözümsüz hale getirebilir.
Sürekli bir fikir çatışması olarak filizlenip dal budak salan, bunun da ötesinde şuur altına yerleşip en olmadık yerde ve şekilde düşmanca duygular halinde ortaya çıkan, böylece toplumsal uzlaşmayı yok eden bir düzen, nasıl olur da devlet yapısına sağlam bir temel oluşturabilir?
Görüş farklılıklarını; toplumun millet olma bilincini, dolayısıyla birliğini tehdit eden saplantılar haline getirmekten sakınmalıdır. Aksi halde bu davranışlar, tedavisi mümkün olmayan hastalıklar şeklinde sık sık karşımıza çıkar.
Böyle bir tutumun benimsendiği ülkelerde bırakın demokrasinin yerleşmesini; zıt görüşlerin, farklı düşüncelerin resmi ideolojiye zarar veren tehlikeli davranışlar olarak algılanması yüzünden baskı rejimine yol açılmış olur.
Bir ülke düşünün; acıklı bir esaret döneminden sonra nihayet bağımsızlığına kavuşmuş. Hadi diyelim ki bir takım zorunluluklar sebebiyle otoriter bir devlet yapısını benimsemiş. El ele verip, bir an önce milletler topluluğunda hak ettikleri yeri almak varken, anlaşmazlıklar ve husumetlerle çalkalanıyor. İcra-yi hükümet edenler devamlı bir vehim ve kuşku içinde. Gerçek manada çağdaş bir muhalefet gurubunun başındaki kişi yurt dışında yaşamak zorunda bırakılmış. Hükümet, “radikal” dediği bir din örgütünü ise emperyalist devletlerin operasyonu sonucunda ancak etkisiz hale getirebiliyor. Binlerce kişi böyle hiziplere yakınlık duymaları sebebiyle cezaevlerinde tutuluyor. Daha binlercesi komşu Kırgızistan’a sığınmak zorunda kalıyor.
Özbek Türklerinin yaşadığı bir ülkeden söz ediyoruz. Evet, Özbek Türkleri... Osmanlı Türkleri gibi, Selçuklu Türkleri gibi.
Batu Han tarafından kurulmuş olan Altun-Orda devletinin başına 1313 M. yılında geçen Özbek Han’ın askerlerine ve ona bağlı olanlara Özbekler denilegelmiştir. Daha o tarihlerde Tuna nehrini geçerek Edirne’ye kadar sarkmış olan Türkler bunlardır.
Nasıl ki Kazak ve Kırgızların içinde Özbekler yaşamakta ise aynı şekilde bugünkü Özbekistan’da da Kazak ve Kırgız boylarına rastlamak mümkündür.
Sovyetler Birliği döneminin icabı olarak burada yerleşmiş olan Rusların nüfusu hâlâ iki milyonun üzerindedir. Toplam nüfus 23 milyon civarında olup tarımda çalışanlar yüzde 30’dan fazladır. Ülkenin büyük bir kısmı çöl olmasına rağmen ekilebilir arazisi Türkiye’ninkinden çoktur. Pamuk üretimi bakımından dünyada üçüncü sıradadır.
Yeraltı kaynakları olarak altın, gümüş, bakır, çinko ve volfram madenleri yanında ayrıca önemli miktarda petrol üretilmektedir.
Şimdi böyle güzel bir ülkede neler oluyor, daha doğrusu ne gibi oyunlar sahneye konuyor?
Her zaman istedik ki Özbekistan olgun, kişilikli bir devlet olarak en doğru kararları, hiçbir dış etki altında kalmadan kendisi verebilsin. Kazakistan devlet başkanı Nur Sultan Nazarbayev’in teklif ettiği Asya Türk ülkeleri birliğine Özbek ve Kırgızlardan gelecek olumlu cevabı heyecanla bekledik. Bu ülkelerde belki de bu yöndeki gelişmeleri önlemek için karışıklıklar çıkarılmaya başladı. Böyle bir tasarı üzerindeki çalışmalar da kendiliğinden ertelenmiş oldu.
Teklif Kazak Türklerinden gelince önderliği de onlar yapacakmış gibi basit görüşlerle nedense bu tasarıya sıcak bakılmadı.
Hepimiz biliyoruz (aksini söyleyen de yok zaten); Türk İslam kültürünün ve medeniyetinin temeli Maveraünnehir’den (Çayardı’ndan) Tanrı Dağları’na kadar uzanan bölgede atıldı. Buhara’yı, Taşkent’i, Semerkant’ı kim bilmez?.. El Biruni, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, İbn-i Sina gibi ilim ve tıp adamları; Tirmizi, Bahaeddin Nakşibend gibi nice ilim ve tasavvuf erbabı elbette bu topraklarda yetişmiştir. Bütün bunlar Türklerin ortak övünç kaynaklarıdır.
Şimdi görünen (manzara) odur ki asıl ülkü ve ana hedefler bir kenara bırakılmış, Hizbüttahrir cemaatinin terörizmi ne derece benimsediği tartışmaya açılıyor. Böylece hava alanlarının emperyalist ülkelere üs olarak verilmesini masum ve haklı gösterme gayreti güdülüyor.
Bilmiyorlar yahut bilmezden geliyorlar ki gerçek teröristleri silahlandırıp öne sürenler, bu bölgede kurdukları egemenliği pekiştirmeye çalışan devletlerdir. Maalesef burada da “tavşana kaç, tazıya tut” politikası uygulanmaktadır. Bu yüzden dindar insanların hemen hepsi hükümet tarafından potansiyel suçlu olarak görülmekte ve onların her kıpırdanışı devlete karşı bir tavır olarak algılanmaktadır.
Buradaki yöneticilerin artık silkinip kendine dönme zamanı gelmiştir. Madem ki İslâm’ın en yüce değerleri ve derin fikirleri bu bölgede filizlenmiş, madem ki Türk töresi bu topraklarda kök salmış o hâlde korkulardan, kuşkulardan arınıp yine ilim ve fen yolunun açılabileceğine inanmak lâzımdır. Bu inanç, her şeyden önce kendine güvenmekle sonra da halka güven vermekle yeşerip gelişir.
Bu gün yalnızca Özbek Türkistan’ında değil diğer Türk illerinde de yağıların, çaşıtların kol gezdiğini, cirit attığını hepimiz biliyoruz. Asıl marifet bu şartlarda işin içinden çıkabilmektir. İstilacılarla uğraşacağına, oyuna gelip kendi halkıyla uğraşmak nasıl bir iştir ve ne “çetin” bir iştir.
Hem köhnemiş bir yönetim sisteminin ürünü olan halktan kopuk bir tavırla milletin büyük çoğunluğunu karşına alacaksın hem de irtica tehdidi bahanesiyle bu kitleleri ezmeye çalışacaksın. Kendi düzenbazlıklarını “yeni dünya düzeni” diye takdim edenlerden bunlara karşı medet umacaksın. Olmaz! Halkına da, kendine de hatta o güvendiklerine de yazık edersin. Sovyet Rusya’nın zorla göç ettirdiği Ahıska Türkleri’nden binlercesini Fergana vadisinde telef edenler de bir başka rejime yaranmak istiyorlardı.
Peki bütün bunlar olurken biz Türkiye olarak neredeydik?
Bize denilmişti ki: “Sovyetler birliği dağıldığında ve dünyada yeni bir denge kurulduğunda, onun idaresi altında yaşamış dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimize sahip çıkmaya hazırlıklı olmalıyız. Dil, inanç ve tarih gibi manevi köprüleri sağlam tutmak zorundayız. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde tekrar bütünleşmeliyiz.”
Ama bizler o zaman bu sözleri kulak arkasına attığımız gibi o ülkelerle kültür birliğimizi korumak çabasında olan aydınlarımızı hırpalamak amacıyla “Turancılık” adı altında bir suç (!) icat ettiğimiz için Sovyetler Birliği gerçekten çözüldükten sonra ne yapacağımızı bilemedik; şaşkına döndük.
Açıkça söylemek gerekirse Türkiye’nin Asya Türk Cumhuriyetleri konusunda bir “devlet politikası” yoktur; olmamıştır. Bilgisiz bürokratların ve ufkun ötesini göremeyen politikacıların zaten yapabilecekleri başka bir şey olamazdı.
Böyle bir ülküyü gönlünde yaşatan gençlere kelimenin tam manasıyla bühtan (haksız yere suçlama) edilmiştir. Bu yanlışın vebali hem hükümetlerin hem çıkarcı işadamlarının hem de işbirlikçi aydınların sırtındadır. Bunlar Asya Türk devletleriyle ilişkiyi yalnızca oralardaki iktidar sahipleriyle işbirliği yapmak şeklinde görmüşler ve buralarda ne gibi çıkarlar elde edeceklerinden başka bir şey düşünmemişlerdir. Kendi hâllerine bakmadan o ülkelere ağabeylik yapma havasına girip bir ağalık gösterisiyle sevimsiz olmuşlardır. Daha da kötüsü Türkiye’miz oralarda maalesef bir takım madrabaz “iş bitiriciler” tarafından temsil edilmek bahtsızlığına uğramıştır. Türk devletlerini Türklükten soğutan bu kaba insanların kamu vicdanında aklanmaları mümkün değildir.
Gönül isterdi ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gerçekten bu Asya Türk devletlerine destek olup onların problemlerinin çözümümü sağlayacak bir siyasi ve iktisadi güce sahip olsun. Ancak ipin ucunu ellerinde tutan emperyalistlerin hiçbir şekilde buna izin vermeyecek bir kararlılıkla çeşitli tertipler peşinde oldukları açıkça görülmektedir. Kendi dertlerine deva bulma sıkıntısı yaşayan bir devletin kardeş ülkelerin problemlerine çare bulabileceğine kimseyi inandıramazsınız. Kendisinin çözüm bekleyen birçok meselesi bulunan bir toplum olarak bu konularda elimizin kolumuzun bağlı bulunması gerçekten üzücüdür.
Kültür hazinemizi zenginleştiren ve bağlarımızı güçlendiren Türk Devletleri Kurultaylarında, özel sohbetlerde hasretle dile getirilen bir soru vardı:
“Türkiye bu davanın neresindedir?”
Hâlâ bunu kendimize sormaktayız.
“Biz bu işim neresindeyiz?”