Neden dün değil de, bugün? Neden itiraflar hep ölümcül dönemeçlerde, tam sıra ‘bize’ gelmiş, ‘onlar’ silinmişken yapılır? ‘Biz’den koparıp, ‘Onlara’ya yamamak için mi? Yoksa bu bir ‘sürekli savaş mıdır’ topraklarımız üstünde oynanan? Savaş diyorsam, dış mihrak masalını kastetmiyorum… Bizi, bize kırdıran…
Psikolojik savaşın renk skalasından, siyasetin ‘er meydanı’ kayganlığına, ne çok şey geldi geçti yaşantımızdan… Birkaç ömrü dolduracak kadar yanılgı, bir çok ömrü söndürecek kadar pişmanlık:
“Şimdi karaya vurmuş, son ânı yaşıyorum…”
Baltalar bileniyor yine… Bile bile lades dercesine. Kafa göz dağılıyor. Bir genç hançeresi yırtılırcasına bağırıyor, ötede bir başkası sinmiş ağlıyor… Ne mümbit bir kaynakmış şu Anadolu! Kim ne istiyorsa, istediğince genç fidanlar devşiriyor. Allıyor, pulluyor yola salıyor.
Yollar ki, hep ‘kurtuluş’ vaat eder.
Yollar ki, kimi için dönüşsüz bir cehennem olur çıkar…
Pek azı yırtar o hengamede. ‘Yırtmak’ denirse adına…
Bir gün derler ki ‘kullanıldınız’… Yalan da değildir… Fakat, akıl edip sormaz:
Neden dün değil de, bugün? Neden itiraflar hep ölümcül dönemeçlerde, tam sıra ‘bize’ gelmiş, ‘onlar’ silinmişken yapılır? ‘Biz’den koparıp, ‘Onlara’ya yamamak için mi? Yoksa bu bir ‘sürekli savaş mıdır’ topraklarımız üstünde oynanan? Savaş diyorsam, dış mihrak masalını kastetmiyorum… Bizi, bize kırdıran… ‘Ayır, buyur’ düsturu üzerine oturtulan sürekli savaştan söz ediyorum… O düstür ki, biz kurup bir oynuyoruz artık…
Bir bakıyorsunuz ‘siyah’ı oynayanlar ‘beyaz’ın en ön saflarında… Beyaz, bir gecede zifiri karanlığa dönüşmüş, ağzından çıkanları bile anlamıyorsunuz…
Kavramlar değişmediyse, sözcükler yerli yerindeyse, bu fırıldaklık niye arkadaş!
Peki tatsız-tuzsuz, renksiz şekilsiz bu orta oyununa niye figüran oluyoruz ki?
Genlerimize zerk edilen bir tılsım mı var?
Olmazsa şaşarım…
Yedikçe semiren, semirdikçe geğiren ‘daha daha’ diye inleyen zat, sosyalizmin düdüğü çalıyor…
Bir fabrika bekçiliği için dövünen, ‘azıcık aşım, ağrısız başım’ diyen zat, sonsuz bir itaat içinde sermayenin felahı için dua ediyor…
Alnı secde görmemiş hemşehrim ‘misyonerler cirit atıyor, din elden gidiyor’ feryadını basarken, ‘Kul hakkıyla karşıma gelme’ öğüdüne kulak tıkayan ‘dindar’ euro, dolar topluyor, hazineden arazi kapatıyor…
Bu bir genetik komplo değilse, bravo kurguya, bravo rejiye, bravo tereciye…
Evet, baltalar bileniyor!
Burada küçük bir hatırlatmayı zaruri görüyorum. Yıllarca Türkiye’de çıkan haftalık dergilerin üç-beş olmazsa olmaz kapak konuları olurdu: Seks, tarikatlar, Deniz Gezmiş ve arkadaşları… Sağdaki yayın organlarında ise –ki sağ oy potansiyeli nedeniyle, medyadan hep uzak tutulmuş ve denge böyle sağlanmaya çalışılmıştır- kaleminden kan damlayan yazarlar milli ve manevi duygular üzerine ahkam keserdi… Yıllar sonra solu fişekleyenlerle, sağı gaza getirenlerin aslında aynı yaşam standartlarında, aynı kafa ve mide anlayışında oldukları ayan beyan ortaya çıktı. Malumunuz, istisnalar kaideleri bozmaz…
O vakit denebilir ki, “Bu insanlar hem sağı hem solu yönlendirebilecek yetenek ve o yeteneğin getirdiği yüksek hayat standardına ulaşabilmişlerse, onları izlemekte yarar var…”
İşet kazın ayağı öyle değil! Delik büyük, yama küçük… ‘Ayır buyur’ tezgahı tam bu noktada devreye sokulmuyor mu zaten?
Ne hazindir ki, bu çirkin oyun bilim yuvalarında üniversitelerde maya tutuyor. Binbir emekle, ailesinin dişinden tırnağından arttırdığı paralarla, yarı aç yarı tok üniversitenin kapısına kadar gelen gencecik insanlar, bir hokkabaz maharetiyle kafa kola alınıyor.
Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip Türkiye’de, özellikle üniversite gençliğinin çatışmaya sürüklenmesi de elbette tesadüf olamaz. ‘Bilmek’ ve ‘aydınlanmak’ adına fakültelerin yolunu tutanların önüne kazılan kuyular, ‘Ayır, buyur’u gizlemek ve Enderun geleneği sürdürmekten başka bir anlam taşıyor mu sizce?
Üniversiteli bu oyunu görmeyince, sokaktaki vatandaşın da görmesi mümkün olmuyor. Yani suyu kaynağından kurutuyorlar.
O tezgahlar bir gün bozulduğunda, beyaz ve siyahın ötesinde, gerçek renklerin olduğu da görülecektir.