Bugünün temelleri, 1980 sonrasında Türkiye’de yapılması en kolay şeyin banka kurma veya özelleştirme adı altında kamu bankalarını satın alma şeklinde atılmıştır. Hiçbir denetime tabi olmadan çalıştırılan bu bankalar o dönemde yeni filizlenmeye başlayan holding imparatorluklarının “finansörü” olmuştur.
Mali yapısı bozulan bankalar, iflas edip tedrici tasfiyeye tabi tutulmadan, iflasın ertelenmesi suretiyle borçların yeniden yapılandırması adı altında, bir “kayyum” bünyesinde toplanmıştır. Sadece bu bankalar değil, bunların iştiraki olan bütün şirketlere de el konulmuştur. Daha doğrusu, haciz halindeki bankaların ortaklarının bu şirketlerdeki hisseleri üzerine, teminat olarak, rehin konulmuştur. Diğer taraftan bankayı zarara uğratanlardan alacaklar “kamu alacağı” sayılmıştır. Ayrıca “geriye yürüyen” şekilde “kusursuz mesuliyet” ve “genişletilmiş müsadere” kabul edilmek suretiyle şahsi mesuliyet sınırı aşılmış, bankayı zarara uğratan hakim ortaktan en küçük memura kadar herkesin, bütün sülalesinin malvarlığına el konulması öngörülmüştür. Bunun en belirgin örneği, basından da takip edildiği üzere Uzanlar olayıdır.
Bugünün temelleri, 1980 sonrasında Türkiye’de yapılması en kolay şeyin banka kurma veya özelleştirme adı altında kamu bankalarını satın alma şeklinde atılmıştır. Hiçbir denetime tabi olmadan çalıştırılan bu bankalar o dönemde yeni filizlenmeye başlayan holding imparatorluklarının “finansörü” olmuştur. Mudilerden astronomik faiz oranları karşılığında toplanan mevduatlar bu holdinglerin bünyesindeki şirketlere aktarılmış ancak ekonomiye yatırım olarak dönmemiş ve “iç” edilmiştir. Batık banka patronlarının astronomik malvarlıkları iç edilen paraların nereye gittiğini göstermektedir. Yeniden yapılandırma kapsamında el konulan bankaların ve iştiraklerinin satılarak hazineye gelir getirilmesinin amaçlandığı ifade edilmiştir. Ancak gelişmeler hiç de bu yönde gerçekleşmemektedir. Bir yönden, bankaların ve sermaye şirketlerinin iflas etmeyerek yeniden yapılandırmaya tabi tutulması “hemen ölmesin, alacağımızı aldıktan sonra kendiliğinden ölsün” mantığını yansıtmaktadır. Zira iflâs masası mallarının paraya çevrilmesini müteakip yapılan paylaştırmada izlenen usûle bakıldığında, imtiyazlı alacaklılar ilk üç sırayı işgâl etmekte ve geriye kalan mal adî alacaklılar arasında “garameten” paylaştırılmaktadır. Dolayısıyla, bu sonuncuların alacakları genellikle karşılanamamaktadır. Yabancı ticari bankalara yüklü miktarda borçlanan banka ortakları için böyle bir yaklaşım söz konusu olabilecektir.
Diğer yönden, banka ortaklarının sarf ettiği ancak, geri dönmeyen paraların yerine koyulması için kamu gelirlerinin buralara aktarılması söz konusu olabilecektir. Yani içleri doldurulup eski sahiplerine iade edilebileceklerdir. Zira, el konulmayı müteakip bankalara ve iştiraklerine karşı yürütülen tüm icra ve iflas takipleri “kesilmekte” ve yenisine de başlanamamaktadır. Batık patronların malvarlığı aslında bir nevi “güvence” altına alınmaktadır. El konulan malvarlığının tasfiyesi aşamasında da, basında ve kamuoyunda dile getirilmiş bir takım şüpheler rol oynamaktadır. İhale usulüyle yapılan paraya çevirmelerde “muvazaalı” satış endişesi bunlardan biridir. Yurtdışındaki servetlerini kullanarak, taşeronlar vasıtasıyla malvarlıklarını yeniden edindikleri iddia edilmektedir. Örneğin, basında da çıkan, bir Avukat’ın, Uzanlara ait çok yüklüce bir miktarda malvarlığını satın alması ve kim adına aldığını gizlemesi bu şüpheleri kuvvetlendirmiştir. Daha sonra, bu Avukat, bir İngiliz aile adına alımları yaptığı açıklanmış olsa da, Uzanların İngiliz Kraliyet Ailesi ve İngiliz sosyetesinin önde gelen aileleri ile Ürdün Kralıyla olan yakın ilişkileri bilinmektedir. Hatta, Ürdün Kralının okul arkadaşı ve ortağı bulunmaktadırlar.
Bir başka yönden ise batık banka sahiplerinin, bankalarına el konulmasını müteakiben Danıştay’da dava açtıkları ve bu davalar sürerken, bankalarının satılmak veya diğer bankalar ile birleştirilmek suretiyle ortadan kaldırıldığına şahit olunmuştur. Danıştay, el konulan bazı bankalar için “iptal” kararı vermiştir. Ancak ortada artık bir banka kalmadığından bu kararın yerine getirilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla iade edilemeyeceklerinden artık devletin, eski ortaklara karşı bir “manevi tazminat” mesuliyeti doğmuştur. Bu tazminat, tahmin edilebileceği üzere epey yüklü bir meblağ tutacak ve yine vatandaşın cebinden çıkacaktır. Kısacası bu borçların yeniden yapılandırılması denilen şey “hortumlanan” paranın yerine konulması gibi gözükmektedir.