Devletin şekli üzerindeki tartışmalar uzayıp giderse ülkenin şekli üzerinde de konuşmaya başlarız. O zaman iş çığırından çıkar. Bitmez tükenmez “Bizans tartışmaları” gündemden düşmez olur. Hoş, bunun da bir faydası (!) vardır. İşsizlik, gelir dağılımındaki korkunç bozuklu, mali ve ekonomik perişanlık unutulur gider.
Bir konut; bakıyorsunuz, bütün güney cephesi camla kaplanmış. Pencereler, her katta yerden tavana kadar. İçinde oturanlar özellikle yaz aylarında kaçacak yer arıyorlar.
Sanat tarihini özümsemeyen, genel kültür ve estetikten uzak düşmüş mimarlarda kabahat ararken işe biraz daha derinden bakınca konunun bir başka yönü dikkati çekiyor. Talep vatandaştan geliyor, bu tip meskenlerin yapılması onlar tarafından isteniyor. Müteahhit denilen kişi de mimarına bu yönde baskı yapıyor. Eh, bunda çok fazla şaşılacak bir şey yok. Sırf komşusu öyle yaptı diye, evinin tek hava alma yeri olan balkonunu camla kapatıp orayı bir saunaya çeviren kişilerin böyle garip istekleri olacaktır. Güneşin batışından tekrar doğuşuna kadar kumruların dallarında uyuduğu koca kiraz ağacını kesen (budayan değil, gövdeden kesen) insan da aynı ruh yapısındadır.
İnsanları, seviyesiz yayınlarla sanat ve kültürden koparıp yanlış yönlendirmek her zaman mümkündür.
Demek istiyoruz ki bizim anlı şanlı medyamız gibi rehberi olan yani “kılavuzu karga olan” toplumlara doğru bir yön vermeyi bırakın, apaçık hataları bile kabul ettiremezsiniz. Böyle toplumlarda “uzlaşma” kavramının bir köşede unutulduğunu görür ve üzülürsünüz. Töre sahibi bir milletin günden güne görgüsünü yitirdiğine şahit olursunuz. Buralarda iş adamları, sivil ve askeri bürokrasi, politikacılar, basın mensupları görüşlerini açıklamak adına, kendilerine telkin edilen her şeyi söyleme yolunu seçerler.
Buna da razıyız ama politik ve ideolojik saplantılarını, başlarında bulundukları kurumun görüşü olarak zorla kabul ettirebileceklerini düşünmeleri ne kadar basit bir davranış biçimidir. Yıllardır varlıklarının sebebi gibi gördükleri bu çatışmalardan bari bir sonuç alabilselerdi. Yüksek perdeden konuşmalarını, “sert” çıkışlarını hararetle alkışlayanların bunları merkez, daha doğrusu odak noktası olarak görmeleri onlara yetiyor. Bir ömür boyunca akıntıya karşı kürek çekmek -hayret- onları yormuyor. Nehrin sularına göre ilerleme var; ancak kıyıdaki gözlemci onların bir arpa boyu yol alamadığını üzüntüyle, bazen dehşete kapılarak izliyor.
Artık âdet oldu ya; halkımızın örf ve gelenekleri icabı, bazı kurumlara özen göstermesi acaba onların başında bulunan kişileri her vesileyle aynı konuları dile getirmeye mi yönlendiriyor? Böyle bir anlayış yerleştiyse yanlış değerlendirmeler, gerçeklerden uzaklaşmaya sebep olacak demektir.
Aynı konuları, değişik ifadelerle sık sık dile getirmenin çeşitli sebepleri olabilir. Birincisi belirli yerlere mesaj verme gayretidir ki bu çaba niçin bizim ülkemize has bir durum olma yönünde gelişiyor? Demokratik rejimlerde bu gibi davranışların zamanla azalması gerekmez mi? Maalesef demokrasiyi istismar ederek devletin bünyesini kemirecek, onu zayıf düşürecek bazı gelişmeleri tezgâhlayan iç ve dış odaklar her zaman var olmuştur. Bunlarla mücadele etmenin tek yolu böyle demeçler vererek kamuoyunu gergin tutmak mıdır? Halkın zihnini hep birbirinin benzeri konularla meşgul etmek akılcı bir yol mudur? Hadi bundan vazgeçtik bir yararı var mıdır? Ne gibi sonuçlar alınmaktadır ve ne gibi gelişmeler olmaktadır? Yıllar yılı, kısır bir döngü halinde hep aynı meselelerle uğraşmaktayız.
Şimdi de Anayasa Mahkemesinin statüsü tartışmaya açıldı. Böyle bir kurum (adı üstünde, anayasa ile ilgili bir kurum) üzerinde yapılan tartışmalar onu yıpratmaz mı? Zamanla, kim haklı kim haksız, üzerinde bile durulmadan taraflarda bir bezginlik, bir bıkkınlık baş gösterir. İşte asıl yıpranma, hatta yozlaşma o zaman başlar. Her platformda “gericilik” olayı dile getirilirse bu kurumların başka önemli konular üzerinde durmadıkları, duramadıkları kanısı uyanır.
Meseleyi “Batı ülkelerinde de böyle mahkemeler var” şeklinde ortaya koymak bazı gerçekleri gözden kaçırmak çabası olarak algılanır ki konu önemini kaybeder. Anayasa Mahkemesinin varlık sebebi, kuruluş amacı nedir? Konunun önemi dolayısıyla bu sorular üzerinde ciddi olarak durmalıdır. Kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemek başka, bizzat kanun vaz’ eder gibi hükümler getirmek başka şeylerdir. İcranın (yürütme erkinin) sorumsuz, yanlış davranışları böyle bir tutumun gerekçesi olamaz.
Hele yasama organının, yine anayasa ile belirlenmiş görev ve yetkilerinin dolaylı olarak vesayet altına alınması –açık söyleyelim- yanlış ve sakıncalıdır. Burada da parlamentonun
–seçim sistemindeki hatalar yüzünden- yanlış biçimlenmesi, temsilde adalet olmaması bir mazeret (özür) olarak gösterilemez. Ancak, iktidarda olan siyasi partiler hizmet yaparak değil de, seçim kanununda değişiklikler yaparak yerlerinde kalma yoluna giderlerse meclisin yapılanmasında da çarpıklık olur. O zaman haklı olarak “şu kadar reyle şu kadar milletvekili çıkardınız” diye hükümet eleştirilir. Evet yanlışlık vardır. Aynı şekilde muhalefet de aldığı oy oranının üzerinde temsil edilmektedir. Çünkü yine bir takım propaganda merkezleri, vatandaşı kendi partisinin kazanması değil, öbürünün kazanmaması yönünde şartlamışlardır. Büyük (!) medyamızı kontrol eden sermaye çevreleri öyle istemişlerdir. Parti liderlerimiz de kendilerinin barajı rahatça aşabileceği hayaliyle bu oyuna gelmişlerdir. Çünkü onlar da hesaplarını, diğerlerinin seçim barajını aşamayacakları varsayımına göre yapmışlardır. Cumhuriyetimizi tanımlayan tek özellik laiklik midir? Daha önce de sormuştuk. Niye demokratik hukuk devletinden söz edilmiyor diye. Yahut da bu kavramlar niye hep geri planda bırakılıyor diye.
Ayrıca bahis konusu demeçleri verenlerin, kendilerine devlet başkanlığına giden yolu açmak için böyle davrandıkları halk arasında konuşulmaktadır. Üzerinde durulması gereken ciddi bir konu.
Sonuç ortada: Uluorta konuşmalar yüzünden bırakın Anayasa Mahkemesinin statüsünü, gerekliliği bile tartışılıyor. “Kanunların denetlenmesi mi yoksa Türkiye Büyük Millet Meclisinin denetlenmesi mi isteniyor?” gibilerden sorularla karşılaşıyoruz.
Meclisin iradesine ipotek konulmasını gerçek bir aydının kabul etmesi düşünülemez. Peki nasıl oluyor da mesele gelip buraya dayanıyor?
Demek ki Meclis adına konuşarak millî irade şampiyonu olmak isteyenlerin de şöyle bir dönüp çevrelerine bakmaları ve özeleştiri yapmaları lâzım. Meclisin itibarını, önce onu meydana getiren elemanların davranışlarıyla korumak gerekir.
Devlet olmadan anayasası olmaz. Ancak anayasa olmadan devlet teşkilatlanamaz.
Devletin şekli üzerindeki tartışmalar uzayıp giderse ülkenin şekli üzerinde de konuşmaya başlarız. O zaman iş çığırından çıkar. Bitmez tükenmez “Bizans tartışmaları” gündemden düşmez olur. Hoş, bunun da bir faydası (!) vardır. İşsizlik, gelir dağılımındaki korkunç bozuklu, mali ve ekonomik perişanlık unutulur gider. Ama yazıktır; vakit daralıyor. Çünkü gerçekten tartışmak istemiyoruz; bıktık.