Günümüzde çok sevilen, Nasıl anlatmam ki?
benimse kısmet olup ta bir bölümünü dahi izleyemediğim bir televizyon dizisinin adı “Bir İstanbul Masalı” imiş. Nasıl anlatmam ki? Benimse, gözümü açtığım, doğduğum, büyüdüğüm, ilk tanıdığım hali ile kentimi yeni nesile anlatmaya çalıştığımda sözüm “Bir İstanbul Masalı anlatma!” diye kesiliyor. Nasıl anlatmam ki?
Nasıl anlatmam ki?
İçim acıyor. Bugünlerde baharı görmek ve yaşamak için sık sık araba ile gezmeye çıktığımızda dağların oyularak yerlerinden kaldırıldığını, ormanların yok edildiğini, yerlerine sonuna “Kent” veya “Site” diye sıfatların eklendiği küçük şehirlerin kurulduğunu içimiz acıyarak seyrediyoruz. Nasıl anlatmam ki?
Böyle olmamalıydı. Nasıl anlatmam ki?
Gerek Avrupa gerekse Asya yakasının ellili altmışlı yıllarda ki halini çok iyi bilirim. Konak veya köşk dediğimiz evler en az beş dönümlük, ulu ağaçlarla kaplı bahçeler içinde, çok şık ve sevimli, mimaride en ufak bir ayrıntı dahi atlanmamış meskenlerdi. Şimdiki gibi küçücük, ufacık, komşuların balkon korkulukları birbirine yapışık, etrafı yüksek duvarlarla çevrili, kapısında özel güvenlik teşkilatları ile kendilerini “arındırılmış sınıf” saydırmaya çalışanların kominal evler topluluğu değildiler. O eski konak ve köşklerinin sahiplerinin hiç biri o kominal evler topluluğunda oturmadığı gibi, istedikleri kadar sonlarına konak, köşk, saray sıfatı eklesinler asla ve kat’a o benim doğup büyüdüğüm İstanbul’un gerçek sahipleri olamazlar. Çünkü İstanbul’un gerçek sahipleri asla İstanbul’a zarar vermezler. Nasıl anlatmam ki?
ŞEHRİN RUHU
İstanbul dünyada ki hiçbir kente benzemez. Asırlardır ölmeyen bir ruhu, çok derinlerde atan bir yüreği vardır. Kendisi ile uğraşanı ve bozanı asla sevmez. Hatta onları cezalandırır. Enteller buna “büyü” derler ama siz bakmayın onlara. Unutmayın ki, zayıf insanlar bilipte, korktuğu şeyi inkâr yoluna sapar. Tıpkı ateistler gibi… Nasıl anlatmam ki? İstanbul üzerine çok kaynak okudum, kafama takılan çok şeyi de araştırdım. Halen de buna devam ederim. Bu da benim özel ilgi alanım. Yine böyle bir şeyler araştırırken bir büyüğümü ziyarete gittim. Evindeki kütüphaneyi bana açtı, taş plâkları da önüme dizdi. Bir taraftan plâkları dinlerken diğer yandan okumaya not almaya başladım.Nasıl anlatmam ki? Bir süre sonra o devirlerin ünlü siyasîsinin dediklerini ve yaptıklarını yanlış not almaya başladığım zannına kapıldım. O dönemi kırklı yaşlarında yaşamış olan dostuma notlarımı okudum ve bir yaşayan olarak kendisinden anlatmasını rica ettim. Çok kısa ama öz olarak dedi ki;
—Anadolu’dan oy toplayabilmek için İstanbul peşkeş çekildi. Gerek kendi gerekse çevresindekiler Anadolu’da şehir şehir, köy köy, kasaba kasaba dolaştılar. Ben o sırada Sivas’ta görevli idim. Oraya da geldiler. Halka meydanlarda “Ayağınızdan çarığı çıkarmaya geldik. Koskoca İstanbul bomboş. Dağ, tepe, orman, dere sizin emrinizde. Koca İstanbul’un kaymağını üç yüz bin şehirli yiyor. Orada yaşamak asıl sizin hakkınız. O çarıkları çıkarın, potin giyin ve İstanbul’a gidin. Bizler size her türlü kolaylığı yardımı göstereceğiz.” Haydarpaşa garından her gün trenler dolusu iç göç bir anda başladı. Surların içinde başlayıp, surların kenarında biten İstanbul da bir anda patladı. Şu karşıda gördüğün korular ve bostanlar var ya, belki ben göremem ama sen görürsün yakında onlar da bitecek. O tarihlerde oy uğruna İstanbul’u yağmalatan siyasîlerin sonu ise pek hazin oldu. Değil arazileri ile tek taşı ile oynayandan dahi İstanbul intikam alır kızım…
Gösterdiği yerler Kandilli ve Çengelköy sırtları idi. Aradan sadece on beş yıl geçti. Ortada ne koru kaldı, ne bostan, ne de tarla ile tapan… Beykoz tepelerinin en üstlerinden dağ, tepe oyularak, ormanlar yok edilerek yeni kurulan şehircikler Paşabahçe sahillerine kadar indi. Yok edilen güzelliklerin ilk yerleşimcileri ise attığı zaman mangalda kül bırakmayan ama başı belâdan da kurtulmayan “Büyülü İstanbul’a âşık(!)” enteller ile sözde sanatçılar oldu. Nasıl anlatmam ki?
İstanbul’un oya tahvil edilmesinin kârlı olduğunu gören siyasîler meslektaşlarının hazin sonlarını görmediler. Belki de görmek istemediler. Ama İstanbul hepsinden bir şekilde intikamını aldı. Almaya da devam ediyor. Yok edilmiş doğasına yerleşenler, ikâmet edenler, oraları sahiplenenler de bu intikamlardan hisselerine düşeni alıyorlar. Nasıl anlatmam ki?
Boşuna dememiş oluyor Fatih Sultan Mehmet;
— Benim ormanlarımdan bir ağaç kesenin kellesi kesilsin! diye…
Siz isterseniz buna “Fatih’in Bedduasını Alanların Masalı” deyin ve ya B2 orman yasasının yasalaşmasına karşı çıkanların “Bir İstanbul Masalı” deyin. Nasıl anlatmam ki?