Tüm Türk dünyasının bahar bayramı olan Nevruz, şımartıldıkça şımartılanların “pisliklerini saçma bayramı”na dönüştü... Onbinlerin katili olan Öcalan’ın posteri, yeşil-sarı-kırmızı bez parçaları eşliğinde Mersin alanındaydı... Birkaç gün sonra, güvenlik güçlerimizin öldürdüğü bir silahlı teröristin cenazesi “biji / şehit” bağırtılarıyla kaldırıldı... Teröristin kalaşnikoflu posteri, aynı ne idüğü belirsiz bez parçaları, “zılgıt”lar ve “anayasal suç” olan sloganlarla yürütüldü...
Gazetemiz yayına girdiğinde, “Reymanca” adlı köşemi sanatsal yazılara ayıracağımı düşünmüştüm... Hiç de öyle olamadı! Ufuk Ötesi’nin koca bilim adamları ve yurtsever arkadaşlarım, ülkemin -giderek- içine düşürülmeye çalışıldığı durumu gözler önüne sermek için yırtınırken, köşemde “sanat” yazmam -en hafif deyimle- “sorumsuzluk” olacaktı... Ülke çıkarlarına hizmet eden yayınların giderek azaldığı (azaltıldığı) bir dönemde, “bir yazı bir yazıdır” düşüncesi, “artistik yazılar” düşüncesini kovmalıydı; öyle de oldu!
Mitterandların, Rothların ve ulusal birliğimizi sulandırmak isteyenlerin Güneydoğu ziyaretleri meyvesini (!) verdi ve iş, “sarsılmaz değer”lerimizin başında gelen bayrağımıza el uzatmaya dek vardı... Tüm Türk dünyasının bahar bayramı olan Nevruz, şımartıldıkça şımartılanların “pisliklerini saçma bayramı”na dönüştü... Onbinlerin katili olan Öcalan’ın posteri, yeşil-sarı-kırmızı bez parçaları eşliğinde Mersin alanındaydı... Birkaç gün sonra, güvenlik güçlerimizin öldürdüğü bir silahlı teröristin cenazesi “biji / şehit” bağırtılarıyla kaldırıldı... Teröristin kalaşnikoflu posteri, aynı ne idüğü belirsiz bez parçaları, “zılgıt”lar ve “anayasal suç” olan sloganlarla yürütüldü... Aynı günlerde gösterime giren “Gallipoli” (Gelibolu) filminde, işgal güçleri -neredeyse- kutsanmakta; şehitlerimiz “sıradan”laştırılmaktaydı... Birileri birilerine “Korkmayın size kimse dokunamaz!” güvencesini veriyordu besbelli...
Birkaç ay öncelerine dek, ekrandaki söyleşilerde, “liboş”ların arasına -yansız yayın kanıtı- bir-iki yurtsever de oturtulurdu... İş giderek “körlerle sağırlar birbirini ağırlar”a dönüştü. Şimdilerde, ekranlardaki laf fabrikatörleri “satılmışlığın erdemleri”ne değgin vaaz verirken, “O öyle değil arkadaş !” diyecek birine bile yer verilmiyor... Yurtsever aydınlarımız tutuculukla, aşırı milliyetçilikle, “şoven”likle suçlanıyor...Kıvanç kaynağımız olan Atatürkçülük, neredeyse bir “aşağılanma nedeni”ne dönüştürülüyor... Atatürkçü isen, statükocusun, Batı’ya karşısın, evrensel değerlere kapalısın cart-curt... Sanki Türkçe’yi Arap harflerinden kurtaran, Batı’nın harflerini karatahtaya eliyle yazıp kabul ettiren Atatürk değilmiş gibi... Salt Türkçeyi değil, Türkiye’yi kurtaran Atatürk değilmiş gibi...
Tüm bu olgular karşısında hükümet ne yapıyor ?.. Ceza yasasındaki yeni düzenlemelerle cezaevlerindeki it-kopuk takımının bir bölümünü daha aramıza salıyor; ulusal ve stratejik bir önemi olan Telekom’u özelleştiriyor; yerel yönetimleri güçlendiren yasalarla -örneğin- terörist cenazelerine belediye başkanı katkılarını “yasal”laştırmaya çalışıyor; ülke bütünlüğüne yönelik girişimleri “şaşırtıcı bir sessizlik”le karşılıyor; Basına yönelik yeni düzenlemelerle “sağlam kalem”leri susturmaya yelteniyor; AB ölçütlerinin (kriter) “sakıncalı özgürlük”lerine “Emriniz olur” derken, sakıncasız özgürlükleri kısıtlama yoluna gidiyor; yor, yor, yor...
Ülkemiz üzerinde binbir oyunun çevrilmediği o güzel yıllarda “sosyal demokrat”lığıyla tanınan bu satırların yazarı, şimdilerde “aşırı milliyetçi”likle suçlanıyorsa, “etki-tepki olgusu” iyi işliyor demektir ! Ülkenin sürüklenmeğe çalışıldığı bu durumlar, beyni ve yüreği olan herkesi milliyetçi yapar.