Kişi, gerektiğinde bulunduğu ağacın dibinden ayrılıp bir tepeye çıkabilmeli, ormanı 180 değil, 360 derecelik açıyla tarassut edebilmelidir. Bu da yetmez. Gökyüzünü müşahede etmeli, yerin içini tedkik etmeli, meselelere pirizmatik bakabilmelidir. Mevcut bilgiyi ve elde edilen gözlem verilerini tahlilci, çift hatta çok taraflı bir tahlile tabi tutmalı, nesnel bir muhakeme yapmalı ve ondan sonra karar vermelidir. Meseleyi saptırmamalı, “ne ise o” demeyi bilmelidir.
Şubat ayı sayımızda hükümetin iki müsbet yönünü öne çıkaran yazımıza hem olumlu hem de olumsuz tepkiler aldık. Olumsuz tepki verenler hükümete eskisi kadar yüklenmediğimize, olumlu tepki verenler objektif davrandığımıza dikkat çektiler.
Bu vesileyle şunu belirtelim ki bizi medyadaki yüzlerce yazardan ve diğer bir çok insandan ayıran en mühim vasfımız, bir görüşe sahip olmamıza rağmen, zaman ve zemini geldiğinde bulunduğumuz görüşten sıyrılıp meseleye objektif, diyalektik, farklı açılardan ve tarafsız bakma özelliğimizdir. Eski deyişle bizim “alamet-i farika”mız budur. Şöyle bir örnekle fikrimizi daha iyi ifade edebiliriz:
Kişi, gerektiğinde bulunduğu ağacın dibinden ayrılıp bir tepeye çıkabilmeli, ormanı 180 değil, 360 derecelik açıyla tarassut edebilmelidir. Bu da yetmez. Gökyüzünü müşahede etmeli, yerin içini tedkik etmeli, meselelere pirizmatik bakabilmelidir. Mevcut bilgiyi ve elde edilen gözlem verilerini tahlilci, çift hatta çok taraflı bir tahlile tabi tutmalı, nesnel bir muhakeme yapmalı ve ondan sonra karar vermelidir. Meseleyi saptırmamalı, “ne ise o” demeyi bilmelidir. Sadece gözün doğrusuna bakmak, insanı her zaman değilse de çoğu zaman yanıltır. Bundan da öte toplumun yanılmasına sebep olur ki asıl mühimi budur. Maalesef Türk aydınlarının en çok muhtaç oldukları vasıflar bunlardır. Oysa toplumu aydınlatmayı vazife edinenler doğruya doğru, eğriye eğri demeyi bilmelidir.
Özetle insanlar evlerinin sadece bir penceresinden değil, evlerinin öbür pencerelerinden de sokağa bakmayı öğrenmelidir.
Tavrımızı bundan böyle de bu şekilde sürdüreceğiz. Şimdi yine memleket ve dünya meselelerine geçelim:
Yabancıların medyaya ortak olmalarına izin veren kanun
16 mart 2005 günü “Radyo ve televizyonların kuruluş ve yayınları hakkındaki kanun”da yapılan değişiklikle yabancıları yayın kuruluşlarında yüzde elliden fazla hak sahibi olması kabul edildi.
Kanun AKP gurubunda dahi tartışmalara yol açtı. Hatta tek tek de olsa süregelen AKP’den istifalarda şüphesiz bu kanunun da rolü vardır. Hakikaten mezkûr kanun yabancılara toprak satışına izin veren kanun kadar, hatta ondan ziyade tehlikeyi haizdir. Çünkü bu kanunla farkında olmadan, olunmadan insanlar satılacaktır. Çağımızda medyanın, hele görüntülü yayın organlarının ne kadar uyuşturucu, ne kadar etkili olduğunu bilmeyen yoktur. Bu yayın organları deveyi pire, pireyi deve yapmakta çok mahirdir. İstediklerini öne, yukarı çıkarırlar, istemediklerini yerin dibine batırırlar. Velhasıl hemen her şeye kudretleri vardır.
Biz cumhurbaşkanımızın bu kanunu veto edeceğini biliyorduk. Nitekim sayın Sezer, 31 mart günü kanunu TBMM’ye iade etmiştir.
O halde bu bahsi niye yazdınız? diye sual edilebilir. Kanunun bir daha çıkarılmaması için yazdık.
Bu bahsi yazarken şu anda yürürlükte bulunan yasada yabancıların yüzde 25 pay edinme hakları olduğunu da öğrenmiş olduk. Kim bilir? Bilmediğimiz daha neler vardır?
Sorosun vakıfları ve ABD’nin pilanları
Mart ayının önemli olaylarından biri de Kırgızistandaki halk ayaklanmasıydı. Medyamızda bu hususta ve objektifliğe yakın yazılar çıkmasına rağmen karanlıkta kalan bir kaç hususu da biz aydınlatalım.
Olay bildik bir senaryonun oynanmasıydı.
Aslen bir Macar Yahudisi olan ABD’li dolar milyarderi Corc (George) Soros, yıllardır “açık toplum enstitüsü” adıyla kurdurduğu vakıf, dernek ve müesseselere “açık açık” para yardımı yaparak toplumu şekillendirmektedir. Türkiyede de benzeri çalışmaları olduğu bilinmektedir. Guloballeşen! dünyada bu tür şeyler açıkça yapılmaktadır.
Sorosun, başkan Buşa karşı olduğunu, Buşun seçilmemesi için büyük maddi kampanyalar düzenlediğini biliyoruz. Buna rağmen Sorosun faaliyetleri ABD hükümetinin pilan ve faaliyetleriyle çelişmemekte, aksine paralel gitmektedir. Her ikisinin de hedefi “açık, demokratik, özgür toplum” olarak özetlenebilir. Bu zaten ABD’nin kuruluşundan beri üstlendiği misyondur. Açıklık, demokratiklik ve özgürlükten yararlanacak olanlar teorik olarak herkes, ancak pıratik olarak emperyalistlerdir. Zira sermaye, medya, bürokratik ve entelektüel kesim ve tabii pilan puroğram çoğu zaman olduğu gibi Yahudiler ve emperyalistlerin elinde ve kafasındadır.
Doğrusu Soros, Buştan çok daha akıllı, başarılı ve puroblemleri tere yağından kıl çeker gibi halleden bir portre çizmektedir.
Bir çokları gibi bunları komplo olarak vasıflandırmayacağız. Elin adamı çalışıyor, pilanını puroğramını yapıyor, başarılı oluyor. Sen de başkalarına “komplo kurdu” diyeceğine çalış, çabala, pilan puroğram yap, başka bir deyişle kendi komplonu kur, başarılı ol.
Sorosun ve ABD’nin başarılı olduğu ülkeler
Sorosun ve ABD’nin pilanları şu ana değin KKTC, Sırbistan-Karadağ, Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistanda başarıya ulaşmıştır. Bunların içinde yakın tarihte devlet geleneğine sahip bir tek Sırbistan-Karadağ vardır. Diğerleri dünkü Sovyet cumhuriyetleridir (Ukraynada seçilen Yuşçenko fiziken tam bir Türk-Tatar tipi çizmektedir. “Türkiyeyi seviyorum” demesi de bu yüzdendir).
Ancak adı geçen devletler gösterici ve isyancılara ateş açsalardı, gösterici ve isyancılar bu ülkelerin hiç birinde başarılı olamazlardı. Bu devletlerin iktisaden ve siyaseten zayıf olmalarına, yabancı büyük devletlerin baskısı ilave olununca gördüğümüz manzaralarla karşılaştık.
ABD, Lübnanda da yarı yarıya başarılı ulaşmıştır. Kimin işlediği tahmin edilen, lakin isbatlanamayan Hariri suikastiyle batının Arap dünyasındaki kapısı olan Lübnanda kısmen muvaffak olmuş, uyguladığı uluslar arası baskıyla Suriyeye Lübnandan çekilmeyi kabul ettirmiştir. Lübnan ırk, dil din, mezhep mozayiği bir ülke olup nüfusunun yarıya yakını Hıristiyan Arap, Ermeni ve Rumdur.
Şu anda ABD’nin gücünün zirvesinde bulunduğunu kabul etmek gerekir. ABD’nin Rusya etrafındaki Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistanda mevzi kazanması bunu gösteriyor. Rusyanın önümüzdeki bir iki yıl içerisinde Gürcistandan çekileceğini açıklaması, ABD gücünün zirvede olduğunun başka bir göstergesidir.
Sorosun ve ABD’nin başarılı olamadığı ülkeler
Soros ve ABD pilanlarının başarıya ulaşamadığı ülkeler de vardır. Bunların birincisi Venezueladır.
Venezuela petrol zenginidir ve OPEC’in Amerika kıtasındaki tek üyesidir. Başkan Hugo Şavez (Chavez), ABD güdümündeki ordu tarafından devrilmesine rağmen, halkı tarafından sevildiği için tekrar görevine dönmüştür. Şavez geçen yılın ağustosunda yapılan görevde kalıp kalmama referandumunu da kazanmıştır. Bütün bunlara karşın ABD’nin Şavezi devirme teşebbüsleri devam etmektedir.
Venezueladan alınacak en mühim ders, halkın (Türkiyedeki gibi pasif olarak sadece oyla değil de) aktif olarak desteklediği lider ve rejimlerin yıkılamayacağıdır.
Muvaffak olunamayan ülkelerin ikincisi Rusya Federasyonudur. Gerçi Rusya zaten kolay lokma olacak, ufak tefek bir ülke değildir. Ancak burada da Sorosun ve ABD’nin faaliyetlerde bulunduğu biliniyordu. Fakat Putinle dirayetli bir lidere kavuşan Rusya, Sorosun ve ABD’nin finanse ettiği şirket, dernek, vakıf ve müesseseleri evvela sıkı denetim altına almış, bilahere yasaklamış, iş aleminden ve medya sektöründen Yahudi-Amerikan güdümündeki unsurları koparıp almıştır. Putin yönetimi 31 martta şarkıcılarla bir toplantı yaparak stö’lerle diyalog kurma ferasetini de göstermiştir.
Üçüncüsü Azerbaycandır. ABD’nin Azerbaycandan ısrarlı şekilde üs istediğini biliyoruz. Ancak ABD bugüne kadar Azerbaycandan her hangi bir menfaat koparmada başarılı olamamıştır.
Biz ABD ile Azerbaycan arasında şöyle bir diyalog geçtiğini tasavvur ediyoruz:
ABD : “Bize üs verin, sizi Rusyaya karşı koruyalım, ayni ve nakdi yardım yapalım.”
Azerbaycan : “Tamam, verelim. Lakin bir an evvel Ermenistanı Karabağdan çıkarın, Azerbaycanın toprak bütünlüğünü sağlayın.”
ABD : “O bizi aşar. Ermenistana sözümüzü dinletemeyiz. Milyonlarca Ermeni asıllı seçmenimiz var. Ermeni diyasporasını karşımıza alamayız.”
Azerbaycan : “O halde bir şey alamayacaksak, size niye üs verelim?”
Takdir etmek gerekir ki daha dün devlet olan, yurdunun beşte birini kaybeden, bir milyon göçmeninin iktisadi, ictimai puroblemleriyle boğuşan Azerbaycan, ABD’ye karşı takdire şayan bir direniş göstermiştir. Ve Azerbaycan cumhurbaşkanı sayın İlham Aliyev, bilinen senaryoyu oynayacak muhalefete izin vermeyeceğini gayet haklı ve basiretli bir tutumla beyan ve ilan etmiştir.
İmdi sırası gelmişken dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş, 2214 yıllık asker ve devlet geleneğine sahip Türkiye ile Azerbaycanı bir kıyaslamaya tabi tutalım.
Azerbaycan mı daha bağımsız, Türkiye mi?
Türkiyede bir çok vatandaş, Azerbaycanı daha dün devlet olmuş, henüz bağımsız olamamış, Rusyaya bağımlı bir devlet olarak görür ve küçümser. Böyle düşünen vatandaşlar Karabağ yenilgisini doğru düşündüklerine delil olarak kullanır. Bu vatandaşlara göre Türkiye çok büyük, dünyayı idare eden, bağımsız bir devlettir. Üstelik adı da Türktür.
Mevzuya sakin kafayla objektif bir nazar atalım:
Azerbaycanın 1991’de istiklalini kazanmış olduğu doğrudur. Azerbaycanın 8 milyonluk nüfusça ufak bir ülke olduğu doğrudur. Halen Gebelede Rusyanın bir üssünün bulunduğu doğrudur. Ordusu olmadığı için Karabağda yenildiği, ordusunun halen kuruluş aşamasında olduğu doğrudur. Halkının bir kısmının fakirliğin pençesinde kıvrandığı doğrudur. Adı Azerbaycan olmasına rağmen her şeyiyle Türk olduğu doğrudur. Azerbaycan devletinin ve aydınlarının halkına, geçmişine, kültürüne saygılı ve sevgili olduğu doğrudur.
Türkiyeye dönelim: Türkiye Cumhuriyetinin 1923’te kurulduğu doğrudur. 72 milyonluk büyük bir nüfus potansiyeline sahip olduğu doğrudur. 1952’de zamanın Türk devlet adamları tarafından hem askerî ittifak amacıyla, hem de batı kültürünü kolay ve doğrudan almak amacıyla siyasi, askerî, mali, iktisadi, adli, kültürel yönden ABD ve Avrupaya bağlandığı doğrudur. Onlarca ABD üssünden geriye sadece İncirlikte bir ABD üssü kaldığı ve bir çok yerde NATO üssü olduğu doğrudur. Ordusunun kuvvetli bir askerî geleneğe sahip olduğu, Kıbrısta bir savaş kazandığı doğrudur. Bu savaşın 31 sene sonra bir zafer anlaşmasına dönüştürülemediği ve Kıbrıstaki soydaşlarının Rum hegomonyasını tercih ettiği ve bunun Türkiyece desteklendiği doğrudur. Askerî sanayisinin olmadığı doğrudur. Vatandaşlarının milyonlarcasının açlık sınırında hatta altında yaşadığı doğrudur. Özellikle 1974’ten beri sürekli siyasi, iktisadi, mali, kültürel, sosyal, asayiş kırizleri içerisinde bulunduğu doğrudur. Şu an 300 milyar dolardan fazla iç ve dış borcu olduğu doğrudur. İki tane aşiret reisiyle, iki tane terörcüyle uğraşamadığı doğrudur. Halkına, geçmişine, kültürüne saygısız bir devletinin ve aydınlarının olduğu doğrudur. Adı Türkiye olmasına rağmen içinin boşaltıldığı doğrudur.
1917-22 arasında Rusyada komünizm kurulurken bütün milletlerin ve halkların eşit olduğu devamlı vurgulanırdı. Buna rağmen hakim ve kurucu millet olan Ruslar kendilerini yine de diğer millet ve halklardan üstün görürdü. Bu tutuma büyük devlet şövenizmi denirdi. Bizim vatandaşlarımız da tarihimizin ve nüfusumuzun büyüklüğüne bakarak kendilerini büyük devlet şövenizmine kaptırıyorlar ama vatandaşın ve ülkenin durumu ortada.
Kıyaslamaya göre Azerbaycan daha bağımsız görünüyor. Hiç olmazsa her şeyine karışan bir AB’si yok. Rumun, Ermeninin, Yunanın, AB ve ABD’nin menfaatlerini savunan bir medyası yok. Karabağını halledemiyor ama Türkiye de Kıbrısını, Kerküğünü halledemiyor. Bizimki Azerbaycanınkinden daha kötü, zira onlar zayıf olduğu için halledemiyor, biz ise kuvvetli olmamıza rağmen halledemiyoruz.
Atatürk İstiklal harbini niçin yaptı acaba?
Sözümüz bitmedi. Madem kutuyu açtık içindekileri boşaltalım.
30 ekim 1918 mütarekesiyle ve ardından imzalatılan 10 ağustos 1920 Sevr antlaşmasıyla Türkiyenin sömürgeleştirilmek istendiği malumdur. Türkiye ondan önce de hemen hemen sömürgeydi. Atatürk ülkenin bağımsızlığını sömürge olmamak için istiyordu ve idare ettiği hareketle bunu başarmıştı. 1927’de okuduğu meşhur Nutkunda bağımsızlık için şöyle diyordu:
“İstiklal-i tam denildiği zaman bittabi [tabiatiyle] siyasi, mali, iktisadi, adli, askerî, harsi [kültürel] ve ila [diğer]... her hususta istiklal-i tam ve serbesti-yi tam demektir. Bu saydıklarımın her hangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, mana-yı hakikisiyle bütün istiklalinden mahrumiyeti demektir.” (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, 2. c. MEB y., İstanbul 1997, 624. s.).
Atatürkün bağımsızlık görüşü ve istiklal savaşını niçin yaptığının cevabı bu sözlerinde aşikârca görülür. Halihazırda bunlardan hangisinde bağımsız olduğumuzu kendi kendinize bir sorun, bakalım hangisine müsbet cevap alacaksınız?
23 ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyetten sonra yapılan inkılapların bir kısmının şekli inkılap olduğu bilinir. Hatta solcuların bir kısmı bu tür inkılapları gardırop devrimi olarak nitelerdi. Söz gelişi kılık kıyafet inkılabı, TCK, Medeni kanun, Ticaret kanunu gibi kanunların aynen çevrilip kabul edilmesi ve saire gibi. Yani Atatürkün şeklen batılı olduğu doğrudur. Ama Atatürk sadece şeklen değil, özünde, içerikçe de batılıydı. Şekli batılılığı insanları dünyevileştirmek için araç (amaç değil) olarak görüyordu. Atatürkün kendisinden sonra gelenlerden ayrıldığı nokta burasıdır. Bunun için milli kültüre büyük önem veriyordu. Bağımsızlığı hiç tartışmazdı bile.
Sonra ne oldu? 1938-65 arasında gayri milli bir eğitim politikası uygulandı. Şeklen batılı olup özde batıcı olan kişiler, işe güya temelden başlayıp milleti batılı yapacaklardı. Durum tam aksi yönde gelişti. Temelden batılı yapmaya çalıştıkları kesim kendileri gibi özde değil, şeklen batılı oldu, özde ise batıcı oldu. Şekli batılılık amaç olarak görüldü. Sorun da burada başladı. 1952’de NATO’ya girilirken Türkiye kendisini altın tepside batıya hediye etti. Böylece pisikolojik yönden güvene kavuştu ama aynı zamanda Atatürkün saydığı “siyasi, mali, iktisadi, adli, askerî, harsi ve ila her hususta” istiklalinden vazgeçip batıya gönüllü bağlandı. Gayesi batıyla iç içe olunduğu takdirde batı medeniyetini, batı kültürünü daha kolay alacağı, benimseyeceği düşüncesiydi. Bunun adına da Atatürkçülük dedi.
Sonra ne oldu? diye tekrar sorarsanız, ortaya yukarıda Azerbaycanla kıyasladığımız bugünkü vaziyet çıktı. Ve tabii beraberinde büyük devlet şövenizmi olduğu halde.
O tarihten beri de bağımlılıktan kurtulmak için en ufak bir çaba göstermedi. Zaten bağımsız olmak istesek, bir pilan ve puroğram dahilinde 20-30 yıla ihtiyacımız vardır. “Ben şunu yaparım, ben bunu yaparım” demek, kahve tartışmasından başka bir şey değildir. Bağımsızlığın en önemli unsurlarından biri olan bilimsel araştırmalara ilk defa bu hükümet tarafından 452 tirilyon (452 milyon YTL) lira para ayrıldı ki bunun içine askerî ve uzay teknolojisi de dahildir.
Hadi bize iyi bağımsızlıklar?!. Bakalım kendi kendimizi daha ne kadar kandıracağız?