Lâleyi öylesine sevip o derecede benimsemişizdir ki, sevgili kızlarımıza ad olarak verip “Lâle” demişiz, “Lâlehan” demişizdir. Bununla da kalmayıp bir boyumuzun adını onunla anmış, bir devrimize onun adını vermiş; 2000’e yakın türünü yetiştirmiş, İstanbul Lâlesi adında bakmalara doyulmayan cinsini üretmişizdir. “Lâleli Baba” diye kişi, “Lâleli” diye semt, “Lâleliçeşme” diye çeşme adı yapmışız.
Aileleri adlandırmışız: Lâlezarî, Lâlelizade. Kelimeler türetmişiz: lâle-gûn, lâleli, lâlelik, lâle-nâme, lâle-sar, lâle-veş, lâle-zar.
Onun için eğlenceler, şenlikler düzenlemiş, Mehmed Aşkî Efendi’den Ruşen Eşref Ünaydın’a varıncaya dek destanlar düzmüşüz. Gemileri-tekneleri ihmal etmemişiz, onlara da lâle hadda, lâle halkası, lâle halatı imal etmişiz. Özümüz (bahçemiz) olduğu zaman incirleri onunla devşirmiş, suçluları lâleye vurmuş; toplarımıza kümbeti lâle, lâle kavsi koymuş, yabanîlerine berrî lâle, kara lâle, dağ lâlesi demişiz.
Mürekkep 2 makamımıza adını vermişiz: Lâlegül, Lâleruh. Çinilerimizi, kumaşlarımızı, halı ve kilimlerimizi, mezar taşlarımızı onun resimleriyle, motifleriyle süslemiş; cami, mescit, türbe ve okullarımızın duvarlarına işlemiş; pâdişahlarımızın, sultanlarımızın pabuçlarını, çizmelerini, peşkir ve uçkurlarını onunla bezemişizdir.
Yaralı ceylân can Azerbaycan’dan yükselen ses, “Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü”ne, Ayyıldızlı bayrağıma şöyle seslenir: “Bir konak gelesin bize lâleler”…
İsteyenler istediği kadar “Holanda”, “Holanda” diye sayıklayadursun; biz, lâlenin 400 yıl önce diplomat Busbecy tarafından İstanbul’dan götürüldüğü belirtilen, Hamburg’da yayınlanan makaleye göz gezdirelim; Kazakeli’ndeki kazılarda MÖ. II’nci yüzyıla ait süs eşyalarında, altın plâkalarda karşımıza çıktığını unutmayalım. Babur Şah gibi emsalsiz bir hükümdarım, dünyanın hayran olduğu şaheseri, “okumayan bir Türk’ün eksik kaldığı” Baburnâme’de Gur-Bend dağı eteklerinde 32-33 çeşit nadir lâle tespit ettirdiğini söyler.
Ebced hesabıyla “Allah”, “Hilâl”, “Lâle”; tersten bakıldığında ise “Hilâl”, (Salîb’e arslanlar gibi karşı koyan) “Hilâl” okunur.
Oğlu Kanunî Sultan Süleyman Han gibi kendisi de bir lâle meraklısı olan Yavuz Sultan Selim Han, Kefe’den 300 bin lâle soğanı ısmarlar. “Lâle-i Rumî” denilen ayırıcı özelliklere sahip Türk Lâlesinin (kırım kırım kırılan) Kırım’dan getirilen bu lâlelerden üretildiği düşünülmektedir.
Kılıçarslan’ın yaptırdığı Alâeddin köşkünün bu gün Berlin İslâm Müzesi’nde “bulunan” çinilerindeki lâle figürleri ise Anadolu’da bilinen en eski lâle tasviridir. “Lâleye dönüş, sanatta Türk’e dönüşü anlatır.”
Dr. Münevver Üçer bu konudaki sözlerini şöyle noktalıyor: “Türklüğü ve felsefesini anlatabilecek bir ürün: LÂLE…
“Tuğra” için “padişah imzası” diyebiliriz; lâkin kendine has bölümleri, felsefesi, gücü, kudreti, hâkimiyeti bulunduğunu, sahibini tanıttığını da unutmamalıyız. Önceleri ferman, berat ve vakfiyelerin baş bölümüne konulan tuğranın kullanım alanı zamanla genişler; mühürler, paralar, pullar ve kitabelerde görülmeye başlanır.
“Hüsnühat sanatının giyimi” olarak nitelendirilen Tezhip sanatında tasarım, uygulama ve yazmaya yakışanı yapmak, komple bir sanatçı olmayı gerektiriyor.” diyen Dr. Üçer şöyle devam ediyor: “Zor ve sabırlı bir çalışma isteyen Tezhip sanatını icra etmek takdir gerektirir.” Tezhip sanatının doruktaki adı Dr. Münevver Üçer ile Sıtkı Olçar (Usta) Tuğra ve Lâle esasına dayalı ortaklaşa çalışma unsurlarını bir araya getirir.Türkistan’dan Anadolu’ya
uzanan, Türk kültürünün değişmez parçası olan çinilerimize, havasını soluduğumuz bu topraklar üzerinde yeni bir şekil, yeni bir tarz verir.
Geçmişi 8-9’uncu yüzyıllara, Uygur Türklerine uzanan Türk Çini ve Seramik sanatı hakkında Sıtkı Olçar (Usta)’a kulak verelim: “Türk Rönesans’ından söz etmek gerekirse, bu hiç şüphesiz Kanunî Sultan Süleyman Han devrinde yaşanmıştır. Ve Lâle, Çini’de Türk kırmızısıyla birlikte onun devrinde açtı. İlk defa Şehzade Mehmed türbesindeki kitabelerden birinde uç veren “çemen şahı”, büyük bir hızla Çini süsleme programlarında yerini alacak; Sümbül, Gül ve Karanfil ile yüzyıllar boyunca açmaya devam edecektir.”
28 Şubat-15 Mart günleri, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi (İbrahim Paşa Sarayı)’nde açık kalan bir sergi değil, bir güzellikler diyarı, bir güzellikler ülkesiydi…
Mimar Sinan Üniversitesi öğretim üyesi olan Dr. Münevver Üçer ile Bayrak Şairimiz Arif Nihat Asya’nın deyişiyle “Boyası göz nûru, fırçası kirpik” olan çinileri yerinde görmek isteyenleri Kütahya’ya bekleyen Sıtkı Olçar (Usta) bunca eser verdiklerine, bunca sergiye katıldıklarına göre, gündüz oturmamışlar, gece uyumamışlar olsa gerektir…
Albümleri hazırlayan Erk Ajans ve sanat yönetmeni Emine Karabulut da kutlamalara layıktır.
Üçer ve Olçar, her zaman ilhamınız bol, fırçanız güçlü, bahtınız açık, tuttuğunuz altın olsun. Bize o güzellikleri yaşatan parmaklarınıza da nur yağsın.
“Bengi”
Yayın danışmanlığını Süleyman Şenel’in yaptığı, Bengül Erdamar’ın güzel Türkçesiyle seslendirdiği, Ali Gürlü’nün güler yüzüyle sunduğu Bengi, aylardır bıktırmak şöyle dursun, her Çarşamba (TRT-2, 23.30) ayrı bir güzellikle, ayrı bir özellikle gönüllerde bahar rüzgârları estirmeye devam ediyor. Sağ olasın Erdamar, sağ olasın Gürlü, sağ olasın Şenel…
Kasım sayımızdaki bir sözümüzü zevkle tekrarlıyoruz:
Gelenekten geleceğe
Programın adı: “Bengi”
Duymadım, bilemiyorum
Var mıdır benzeri, dengi
Göremezsin başka şeyde
Ondaki zevki ve rengi
Horyat
Kara tepe kara tepe
Ak tepe kara tepe
Nağme nağme selâmlar
Getirir Karatepe.
Dili sahiplenmek
Amerika atomu patlatır patlatmaz, Fransız Akademisi, gece yarısı toplantıya çağrılır.
Mesele şudur: Bu olayın getireceği terimlerin Fransızca karşılıklarını bulmak, bu işi de onlar halka intikal etmeden yapmak.
Bunları anlatan rahmetli Tarık Buğra şu değerlendirmeyi yapıyor: “Dil sevgisi işte budur!..” (Düşman Kazanmak Sanatı, Ötüken Neşriyat 1979, 50 ve 52’nci sayfalar)
Eski bir fetva
Eski metinlerle meşgul ve meşbu olan bir biraderimiz geçen gün tetkik ve tetebbuatı esnasında eski bir fetva örneğine rastlamış. Yeni harflere çevirip bize göndermiş. Kendisine teşekkürler edip metni aynen derc ediyoruz:
Lâbisi libası, külâhı katranî, kıyafeti şeytanî, bed âvaz koca papaz Munizilliyadis nam keferenin mürd ve helâk olduğu Fener keşişliğinden haber virülmüşdür. Kangı mahalle defn idileceğü hakkında ruhsat virüle.
Elcevab: Ol kefere-i fâcirenin lâşe-i habisesini her ne kadar rûy-i zemin kabûl itmez ise de, râyiha-yı kerîhesinin yeryüzüne sirayet itmemesi içün makberi şehir mezbelesi kurbünde kazulub, tepülüb, tekmelenüb ol yire dürtülmesine ilâ cehennem zümerâ ruhsat virüldü.
Kısa… Kısa
Kuyrukları sıkışınca polisten yardım istiyorlar.
Peki zaman zaman aynı polise hakaret edenler kimler?!!