Zira, millî aşama ile milletlerarası aşama arasında bir de “Birlik aşaması” bulunmaktadır. Yani üyeler kendi iç işlerinde menfaat gruplarını tatmin etmekle birlikte bir de AB düzeyinde, Konsey’de kendi millî menfaatlerini gözeterek bir uzlaşmaya varmaya çalışırlar. Son aşamada, önceki iki aşamada elde edilen uzlaşma ve iktidar ile üçüncü tarafların karşısında pazarlık gücüne sahip olurlar.
AB ile Türkiye arasındaki müzakerelerin başlaması için 3 Ekim 2005 tarihi verildi. Bazıları sevindirik oldu, bazıları çok duygulanıp da Amerika’da ağladı! Ancak işin bilimsel yanına bakmakta yarar vardır. Bugüne kadar çok-taraflı ticaret anlaşmalarında görülen müzakerelerin cereyan ettiği eksen Robert Putnam tarafından ortaya atılan “iki aşamalı oyun” teorisinde kısaca; bir taraftan hükümetlerin, ülkedeki menfaat gruplarıyla ittifaklar kurmak suretiyle menfaatlerini gözeterek olabildiğince içeride iktidarlarını kuvvetlendirmeleri, diğer taraftan milletlerarası ilişkilerde pazarlık kozlarını güçlendirmek için bu iktidarı kullanmaları şeklinde ifade edilmiştir. Ancak, AB sözkonusu olduğunda bu teori “üç-aşamalı” hale gelmektedir. Zira, millî aşama ile milletlerarası aşama arasında bir de “Birlik aşaması” bulunmaktadır. Yani üyeler kendi iç işlerinde menfaat gruplarını tatmin etmekle birlikte bir de AB düzeyinde, Konsey’de kendi millî menfaatlerini gözeterek bir uzlaşmaya varmaya çalışırlar. Son aşamada, önceki iki aşamada elde edilen uzlaşma ve iktidar ile üçüncü tarafların karşısında pazarlık gücüne sahip olurlar.
Bu durumda Türkiye’nin müzakerelerde pazarlık gücü ne durumdadır bakmak gerekir. Tek başına iktidar olan bir hükümet ile pazarlık gücümüz olmayacağı açıktır. Zira, kayıtlı seçmenlerin yarısının oy kullandığı genel seçimlerde, kullanılan oyların %34’ü ile iktidara gelmiştir. Yani 40 milyon seçmenden, 20 milyonunun 6,800,000’ini temsil eden bir hükümettir. Bu rakam içinde ülkedeki birçok menfaat grubu dahil değildir. Sadece bazı tüccarlar, bunların işletmeleri ve bayileri ile cemaatler destek vermektedir. Üretim faktörlerinden sadece sermayenin desteklediği bir hükümetin, emeğin menfaatlerini savunmakta aciz kalacağı şüphesizdir. Diğer taraftan vatandaşın sosyal ve siyasal hakları ile ekonomik hakları da kolaylıkla gözden çıkarılabilecek hususlar olacaktır. Türk siyasetinde sermayenin meclisine karşı milletin temsilcisi rolünü üstlenen Asker’in talepleri de aynı şekilde gözardı edilebilecektir. Tek başına iktidar olan hükümetlerin milletlerarası alanda pazarlık gücünün zayıf olduğu siyaset bilimciler tarafından da ittifakla kabûl edilmektedir.
Bunun yanısıra Türkiye’de mevcut hükümetin bugünkünden daha kuvvetli olamayacağı da aşikârdır. Zira verdiği sözleri tutmamış, toplumun ihtiyaçlarını gözardı edip sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamış, dış politikada edilgen kalmış, tabiri caizse tribünlere oynayan, şov yapan ancak icraat yapmayan, Özal döneminin gösterişli saltanatına benzer bir görüntü çizmişlerdir. Özellikle “Tayyib’in bir bildiği vardır” telkinleriyle yatıştırılan ve buzdolabına kaldırılan başörtüsü meselesi yeniden ciddi bir sorun olarak ortaya çıkacaktır. Hatta çıkmaya başlamıştır bile… Ayrıca, borçları borçla kapatma alışkanlığı devam ettiğinden bunların ve IMF tarafından geçmiş dönemde ertelenen borçların vadesi geldiğinde hükümet zor durumda kalacağının farkındadır. Diğer taraftan Türk devletinin izin verdiği kadar hareket edebildiğini fark eden ABD’nin kendi yandaşı yeni bir hükümet kurmak için harekete geçmesi karşısında, bu durumu bertaraf etmek istemektedir. Hem iktidar hem de muhalefet partisinden, klasik “parti içi demokrasi yok” edebiyatıyla, istifa ederek “yeni bir iktidar” kurma ve buna “yol açma” girişimleri başlamıştır. İktidar, hazır en kuvvetli durumundayken bir erken seçime giderek, oy oranını, dolayısıyla toplumsal desteğini çeşitlendirmeyi ve artırmayı düşünecektir. Böyle bir şey gerçekleştiği takdirde kanaatimce iktidar partisi barajı aşamayacaktır. Muhalefet partisi ise, liderinin parti içindeki “yabancı maddeleri” temizlemesi ve “hedef kitlesine” yönelmesi halinde, parçalı bir meclis ve üçlü bir koalisyonda yer alabilecektir. Üçlü olacaktır, zira bir parti muhafazakâr görüntüsü altında AB ve ABD yanlısı, diğeri milliyetçi söylevlerle Türkiye yanlısı, üçüncüsü de sosyal-demokrasinin ılıman, telifçi anlayışıyla bir politika izleyecektir. Böylece “Batı’yı idare etme” politikası izlenmeye devam ederek, hiç bitmeyen hikâye sürüp gidecektir.