Erol Güngör anlatıyor: “ Partisiyle ilgili bir seyahatten dönüşü sırasında bize Erzurum köylülerinin söylediklerini anlatmıştı. “Beyler siz bizim yoksulluğumuzu anlatıp duruyorsunuz. Aslında sizin bildiğinizden daha yoksul haldeyiz, ama bütün bunlara katlanabiliriz; bizim yüreğimizi asıl yakan şey devletimizin üç tane haydut talebeyle başa çıkamayacak kadar aciz kalışıdır.”
Geçen günlerde RTÜK Başkanının, ilkesiz ve seviyesiz yayınların denetim altına alınması isteğiyle yaptığı açıklamalar ve bu konunun etrafında gelişen tartışmalar Türkiye’nin kamuoyuna çöreklenmiş öz-uzman aydınların “göreceli (izafi) ahlak” anlayışlarına adeta ayna tutmuş oldu. Seviyesizliğin “Basın Özgürlüğü” kavramı alet edilerek savunulduğu bu tartışmalar toplumsal reflekslerimizin aşınma boyutlarıyla ilgili ciddi bir muhasebenin gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu muhasebeyi ancak referansları belli; içinde yaşadığı toplumun tarihi macerasını bilen, dünya tarihindeki yerini hangi esaslara dayanarak elde ettiğini farketmiş aydınlar yapabilir. Yaşadığımız zamanda bize sunulan en kolay izafi ahlak örnekleri sahip olduğu izafiyetle kadim değerlerimize saldırmaktadır. Bu kaosa karşı bir duruş geliştirmek içinse insanları şucu-bucu kolaycılığı ve gafletiyle ayrıştırmak ve karalamaya kalkmak yerine hem mecrasını hem de terkibini bulmuş samimi ve kaliteli herkesi kucaklamak ve sahip olduğu değerlerden istifade etmek gerekir. Aslında en kötü şey savunulan fikrin ve toplumu inşa eden dünya görüşünün bilinmemesidir. Bir dünya görüşünün nasıl benimsendiğine, nasıl pratiğe döküldüğüne ve nasıl insanı hayran bıraktığına dair aktaracağımız üç hatıra bu zor günlerde yolumuzun ışığı olacak güzelliktedir. Bunlardan birincisi 1917 yılında 43 kişiyle Yemen’deki 7. Kolordumuzun ihtiyacı olan altınları götürdüğü sırada 25 bin kişilik İngiliz kuvveti tarafından kuşatılan ve bir gün bir gece savaştan sonra esir olarak Malta’ya gönderilen Eşref Kuşçubaşı’ya ait. Malta’da tutuklu bulunduğu hapishanenin kumandanı Kolonel Sitiron, bir sohbet esnasında Eşref Bey’e şöyle diyor. “Eşref Bey, biliyorsunuz burada hemen hemen dünyanın bütün milletlerinden insanlar var. İnsanların kişisel ve toplumsal özelliklerini ancak böyle felaket günlerinde anlamak mümkündür. Malta’nın esirler kampı haline getirildiği ilk günden beri burada kumandan olarak bulunuyorum. Hemen hemen bütün dünya milletlerinden olan insanlarla temas ettim. Elimi vicdanıma koyarak ve aklımı hakem yaparak diyeceğim ki, siz Türkler bu milletler arasında vakar, dayanıklılık, sabır, disipline uyma, kişisel ve milli onur bakımından bambaşka insanlarsınız. Yine affınıza güvenerek diyeceğim ki, bu duygulara daha çok sahip olanlar da çoğu okumamış olan köylülerinizdir. Anlıyorum ki başka milletlerde genel olarak ilim ve irfandan, kültür ve sanattan kaynaklanan bu üstünlükler, sizde birer Allah vergisidir. Aman bunlara dikkat ediniz.”
İkinci hatırada, Mehmet Niyazi anlatıyor: “Babam, Birinci Dünya, Kurtuluş savaşlarında bulunmuş, tekrar sabanının başına dönmüş bir Anadolu köylüsüydü. Katıldığı savaşlardan hiç söz etmezdi. Onun için bu çileli yıllar sadece vatan borcuydu. Kardeşim Recep’le köyümüze babamızı ziyarete gitmiştik. Bahçede çalışıyordu. Kazmasına yaslandı ve bir ara “Geldik, gidiyoruz” dedi. “Bu dünyada müslümanlık ve Türklüğümden başka bir şey anlamadım; onlara da yeterince doyamadım. Ne yazık ki milletimiz ve dinimiz zor günler yaşamaktadır. Zayıf düştükleri için evlatları onlara ihanet etmektedir. Ecnebilerin mağrur olduklarını duyuyoruz. İlimleriyle çok şey bulmuş olabilirler. Buldukları şeyler gerçeğin parçalarıysa, bilsinler ki onlar Peygamber Efendimizin eteğinden tutmuşlardır. Bunu er-geç anlayacaklar. Türklük ve İslamlığa günümüzde sahip çıkmak zordur; ama şereflidir. Şereften yoksun olmasın da, hayatınız güçlüklerle dolu olsun. Ömrünüzün sonunda pişman olmazsınız; çünkü yalnızca onlar size ihanet etmezler...”
Üçüncü hatıramız ise Dündar Taşer’den... Erol Güngör anlatıyor: “ Partisiyle ilgili bir seyahatten dönüşü sırasında bize Erzurum köylülerinin söylediklerini anlatmıştı. “Beyler siz bizim yoksulluğumuzu anlatıp duruyorsunuz. Aslında sizin bildiğinizden daha yoksul haldeyiz, ama bütün bunlara katlanabiliriz; bizim yüreğimizi asıl yakan şey devletimizin üç tane haydut talebeyle başa çıkamayacak kadar aciz kalışıdır.” Şu sözler Türk halkının kafasında yüzyılların yerleştirdiği bir tavrı aksettiriyordu. Ve Erzurum’un yaşlı köylüleri herhalde ilk defa bu tavrı anlayan bir münevverle karşılaşmış bulunuyorlardı. İnsanın anlayışlı bir muhatap bulması ne büyük bir saadettir!”
Anlayışlı muhataplara selam olsun...